Hatay’dan Artvin’e, Göcek semenderinden Anadolu parsına... Türkiye’deki endemik türler biyokaçakçılık, habitat kaybı ve farkındalık eksikliği nedeniyle tehdit altında. Uzmanlara göre, bu türlerin korunması sadece yasaklarla değil, halkın katılımı ve bilimsel destekle mümkün.
Türkiye’nin zengin biyolojik çeşitliliğinin temelinde üç farklı flora alanının kesişim noktasında yer alması yatıyor.
Kuzeyde Karadeniz boyunca etkili olan Avrupa-Sibirya flora alanı, geniş yapraklı ormanları ve nemli ekosistemleriyle pek çok bitki ve hayvan türüne yaşam alanı sağlıyor.
Batı ve güney kıyılarında görülen Akdeniz flora alanı ise kurak yazlara uyum sağlamış maki bitki örtüsü, zeytinlikler ve aromatik bitkilerle öne çıkıyor. Bu alan, çok sayıda endemik türe ev sahipliği yapıyor.
İç ve doğu bölgelerde hâkim olan İran-Turan flora alanı ise bozkır ve yarı kurak step bitkileriyle karakterize ediliyor. Bu habitat, yalnızca Türkiye’de görülen pek çok özel türün varlığını sürdürebilmesine imkân tanıyor.
Ancak son yıllarda gözlemlenen hızlı kentleşme ve iklim krizi, bu zengin biyoçeşitlilik üzerinde kayda değer bir baskı oluşturuyor. Kentlerin büyümesi, doğal habitatların parçalanmasına, daralmasına ve yer yer tamamen yok olmasına neden oluyor.
Bu durum, yaban hayvanlarının yaşam alanlarını kısıtlarken beslenme, üreme döngülerini bozuyor ve popülasyonlarının gerilemesine yol açıyor. Özellikle ekolojik koridorların tahribatı, yaban hayatının göç yollarını kesintiye uğratarak türlerin yaşam mücadelesini zorlaştırıyor. Biyokaçakçılık ise endemik türleri tehdit eden bir diğer sorun olarak karşımıza çıkıyor...
Türkiye sadece belli bir bölgede yetişen veya yaşayan endemik birçok türe ev sahipliği yapıyor. Bu türlerin nesli ise tehlike altında ve korunmaya ihtiyaç duyuyor. Güncel olarak Doğa Koruma ve Milli Parklar Genel Müdürlüğü tarafından bin 724 adet ve 3 milyon 739 bin 459 hektar alan korunuyor. Ulusal Biyolojik Çeşitlilik Veritabanı olan Nuh’un Gemisi’ndeki verilere göre, Türkiye’deki toplam takson miktarı 13 bin 343. Bunların 3 bin 301’i endemik, 391’i lokal endemik, geri kalan 9 bin 651’i ise endemik değil. Ayrıca Uluslararası Doğayı Koruma Birliği’nin (IUCN) kırmızı listesine Türkiye’den giren alt türler ve alt popülasyonlar da dahil toplam 6 bin 898 tür mevcut. Bu türlerin ise 531’i endemik olarak filtreleniyor.
IUCN’nin Kırmızı Liste’sinde ‘Türkiye’ ve ‘Endemik’ olarak filtrelenen 531 sonuçtan yüzde 20,5’ine denk gelen 109 tür “tehlikede olmayan” (LC), yüzde 5,1’ine denk gelen 27 tür “tehlike sınırında” (NT), yüzde 11,1’ine denk gelen 59 tür “hassas” (VU), yüzde 18,3’üne denk gelen 97 tür “tehlikede” (EN), yüzde 20,7’sine denk gelen 110 tür “yüksek tehlike altında” (CR), yüzde 0,4’üne denk gelen 2 tür “bölgesel olarak nesli tükenmiş” (RE), yüzde 0,8’ine denk gelen 4 tür ise “nesli tükenmiş” (EX) olarak kategorize ediliyor. Hayvanların yüzde 22’sine denk gelen 117 tür içinse (DD) yeterli veri bulunmuyor.
Doğa Koruma ve Milli Parklar Genel Müdürlüğü verilerine göre, 2007-2023 arasında toplam 86 biyokaçakçılık vakası tespit edildi. En fazla vaka 21 ile 2011’de kaydedildi. Yıllar içinde en çok vakanın ise 18 ile Hatay’da, ardından 12 ile Artvin’de yaşandığı anlaşılıyor. Muğla’da kayda geçen tek vaka 2022 yılında Türkiye uyruklu bir kişi tarafından Göcek semenderine yönelik gerçekleşti.
Pamukkale Üniversitesi Biyoloji Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Eyüp Başkale, özellikle Muğla’daki Göcek semenderi (Lyciasalamandra fazilae) örneği üzerinden bölgede yaşanan biyokaçakçılık vakalarını şöyle anlatıyor: “Bilimsel toplama konusunda jandarma ve doğa koruma ekipleri bilinçli olsa da coğrafi büyüklük nedeniyle bazı durumlar gözden kaçabiliyor. Fethiye'de Marmaris semenderinin kardeş türü olan Göcek semenderi kargolama esnasında yakalanmıştı fakat yakalanamayanlar da oluyor. Gönderen kişiyle ilgili cezalar uygulandı. Ayrıca yurt dışındaki bilim insanları özel sitelerde bu türlerin yasadışı şekilde satışa sunulduğuna dair de bizi uyarıyorlar.”
Likya semenderlerinden olan Marmaris semenderi ve Göcek semenderi Muğla’da varlık sürdüren endemik türlerden ikisi. Marmaris semenderi, 2021'deki büyük Marmaris yangınlarında bizzat ormanın kendisinin ve çok sayıda hayvanın aksine doğrudan zarar görmedi. Özellikle yazın yaşanan yangınlar, bu endemik türü doğrudan etkilemese de habitatını yok ederek dolaylı olarak türün neslini tehdit ediyor.
Parsın Anadolu’daki alt türü olan ve yıllarca neslinin tükendiği düşünülen Anadolu parsının (Panthera pardus tulliana) Türkiye’deki varlığı, son yıllarda fotokapan görüntüleri ve DNA analizleriyle kanıtlandı. Karadeniz Teknik Üniversitesi Yaban Hayatı Ekolojisi ve Yönetimi Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. Alptuğ Sarı, Anadolu parsının artık yalnızca bir efsane değil, bilimsel bir gerçek olduğunu vurguluyor: “Bugün artık elimizde fotokapan görüntüleri, dışkı analizleri ve doğrudan gözlem verileriyle desteklenmiş bir gerçek var. Popülasyon büyüklüğü hakkında net bilimsel veriler elimizde olmamakla birlikte, sadece tekil ve izole bireylerden ibaret değil. Anadolu parsının bazı bölgelerde belirli bir sıklıkta kayda geçtiğini ve yeniden toparlanma potansiyeline sahip olduğunu görüyoruz. Güneydoğu Anadolu, Toroslar ve Doğu Karadeniz gibi geniş habitatlarda sayılarının umut verici düzeyde olduğu kanaatindeyiz. Elbette net sayı vermek bilimsel etik gereği zor, ancak şunu rahatlıkla söyleyebilirim: Anadolu parsı, düşündüğümüzden daha iyi bir durumda ve hâlâ güçlü bir şekilde doğamızın parçası.”
Fotokapan çalışmaları, genetik analizler, eğitim faaliyetleri gibi başlıkların eylem planlarının temel taşlarını oluşturduğunu belirten Doç. Dr. Sarı, bu çalışmaların yıllar önce sahada gönüllü olarak başlattıkları çabaların üzerine inşa edildiğini aktardı: “Aralarında bilim camiasından kişiler de olmak üzere birçok kişi ve ilgili kurumlara türün ülkemizde tükenmediğini bilimsel verilerle anlatmaya çalıştık. Açık söylemek gerekirse, bu sürecin başında yeterince destek göremedik. Anadolu parsının izini sürmek sabır ve kararlılık ister; maalesef bu tür uzun vadeli bilimsel çalışmalar her zaman hak ettiği ilgiyi görmüyor. Bugün geldiğimiz noktada olumlu gelişmeler var ama hâlâ yapılması gereken çok şey var. Özellikle bütçe, insan kaynağı ve yerel paydaş iş birliği bakımından daha bütüncül ve sürdürülebilir destek modelleri oluşturulmalı.”
Anadolu parsının geniş doğal habitatlara ihtiyaç duyan, besin zincirinin en tepesinde yer alan bir yırtıcı olduğunu vurgulayan Doç. Dr. Alptuğ Sarı; dağlık alanlar, orman ve bozkır geçiş zonları, su kaynaklarına yakınlık ve insan etkisinden uzaklık gibi etkenlerin bu tür için kritik önemde olduğuna değinerek şunları kaydetti: “Şu anda alınan önlemler genellikle av yasağı ve belirli alanların korunmasıyla sınırlı. Oysa koruma sadece yasakla olmaz. Ekolojik koridorların oluşturulması, habitat bağlantılarının sağlanması, yerel halkın bilinçlendirilmesi ve insan-yaban hayatı etkileşiminin yönetilmesi gibi stratejik adımlar gerekiyor. Pars yalnızca bir ormanda değil, geniş bir alan kullanım ağına ve çok çeşitli bir av yelpazesine sahiptir. Bu nedenle, pars özelinde alınacak tedbirler aslında genel anlamda biyolojik çeşitliliğimizi de korumaya katkı sağlayacaktır.”
İklim krizinin artık bilinen bir gerçeklik olduğunu ifade eden Prof. Dr. Başkale ise, bilinçlendirme çalışmalarının önemini şu sözlerle aktardı:
“Özellikle yerel halkın ve turistlerin bilinçlendirilmesi, insanların koruma çalışmalarına gönüllü olarak dahil edilmesi aslında gelecek vizyonumuz açısından en etkili koruma stratejilerinin başında geliyor. İklim krizi ve yangınlar meselesini beraber işlemek çok doğru olur. Çünkü küresel ısınma bilinen bir gerçek. Hava sıcaklıklarının artışı, beraberinde deniz suyu sıcaklıklarının artışı ve dünyanın yavaş yavaş kuraklaşması yaşadığımız bir olay. Çeşitli ölçüm yöntemlerine göre son 300 yıl içerisinde yaklaşık 2 dereceye yaklaşan bir sıcaklık artışının olduğu dünya genelinde belirlendi. Tabi bu sıcaklık artışı belirli bölgelerde daha fazla hissedilirken bazı yerlerde daha az hissedilebiliyor.”
Doç. Dr. Alptuğ Sarı da farkındalık eksiğini önemli bir tehdit olduğunu vurgulayarak şunları ekledi: “Yerel halkın, birçok bilim insanının ve karar verici yetkililerin Anadolu parsı hakkında yeterince bilgi sahibi olmaması, bu türün korunmasındaki en büyük engellerden biri. Parsın hâlâ ülkemizde varlığını devam ettirdiğini bile bilmeyen geniş bir kesim var. Oysa doğru bilgi, doğru koruma demektir. Bu yüzden öncelikle eğitim, farkındalık çalışmaları ve bilginin yerel düzeyde yaygınlaştırılması gerekmektedir. Unutmayalım; görmediğimiz şeyi koruyamaz, bilmediğimiz şeye sahip çıkamayız. Anadolu parsı, önce zihinlerde var olmalı ki doğada varlığını sürdürebilsin. ‘Anadolu parsı: Gör. Tanı. Koru.’ İşte bu da bu röportajın akılda kalabilecek vurucu bir başlığı olarak bir kenarda bulunsun. Kim bilir, belki gün gelir bizden ilham alınan bir slogan olarak kullanılır…”
Habitat parçalanmaları, kaçak avcılık ve iklim krizi gibi tehditlere de değinen Doç. Dr. Sarı “Su kaynaklarının azalması ve av hayvanlarının yer değiştirmesi gibi değişimler, parsın davranışlarını ve hayatta kalma şansını etkiliyor. Bu nedenle iklim değişikliğini dikkate alan, adaptif ve bilim temelli bir koruma stratejisi şart” dedi.
Yerel halkla güven temelli ilişkiler kurmanın ve onları sürecin bir parçası yapmanın çok önemli olduğunun altını çizen Doç. Dr. Alptuğ Sarı, STK’ların ise farkındalık yaratma, çocuklara ve gençlere doğa sevgisi aşılamada kilit rol oynadığını vurguladı. Doç. Dr. Sarı, “Bilimin rehberliğinde, yerelin bilgeliği ve halkın katılımıyla hareket etmezsek yalnızca bu türü değil, tüm ekolojik zenginliğimizi geri dönmemek üzere kaybedebiliriz. Doğal kaynaklarımızı en az tahribatla gelecek nesillere aktarmak için hepimize görev düşüyor. Bu nedenle her birey, üzerine düşen sorumlulukları yalnızca bilimsel değil, vicdani bir mücadele ile de yerine getirmelidir” ifadesinde bulundu.
KATEGORİLER
Bilgi Alın
© 2025 Scrolli. Tüm Hakları Saklıdır. Scrolli Medya A.Ş