Mahir Boztepe
MHP lideri Devlet Bahçeli’nin 22 Ekim 2024’deki açıklamasıyla başlayan, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın uzun zaman boyunca açıktan sahiplenmediği, “Terörsüz Türkiye” sürecinde PKK’nın sembolik olarak silahları yaktığı, Erdoğan’ın ise süreci 10 ay sonra açıktan sahiplendiği yeni bir aşamaya gelindi.
Erdoğan’ın 12 Temmuz 2025’deki Milletin Gücüyle Sınırları Aşan Liderlik başlığını taşıyan AK Parti İstişare Toplantısı’nda bol bol ‘Türk - Kürt - Arap İttifakı’ndan bahsetmesi, “AK Parti, MHP, DEM biz en azından üçlü olarak bu yolda beraber yürümeye karar verdik” diyerek CHP’yi ve Cumhur İttifakı’nın diğer küçük ortaklarını dışarıda bırakması dikkat çekiciydi.
2009’da başlayıp 2015’te biten “Çözüm Süreci”nden farklı olarak, bu kez süreçte “demokrasi” ya da herhangi bir “demokratik açılım” vurgusu yoktu. Toplantının başlığındaki “Sınırları Aşan Liderlik” vurgusu da yeni sürecin, Kürt Sorunu’nun demokratik yoldan çözümünden daha çok, Türkiye’nin yeni bir konsept ve bölge politikası belirlemesiyle ilgili olduğunu gösteriyordu.
Erdoğan, toplantının kapanışında yaptığı konuşmada CHP lideri Özgür Özel’in "Durmamız gereken yerde dururuz. Ama ümmetçilik, mezhepçilik, din siyaseti üzerinden bu coğrafyada sana hesap yaptırmayız" sözlerine yanıt vererek, “Biz Türk milletindeniz, Hz. Muhammed'in ümmetindeniz” dedi.
Konu, böylelikle, Türkiye’nin Osmanlı’nın son dönemlerinden beri gündeminden düşmeyen, Yusuf Akçura’nın “Üç Tarz-ı Siyaset” adlı ünlü makalesinde tartıştığı “Osmanlıcılık - Türkçülük - İslamcılık” siyasetlerinden hangisinin Türkiye için daha iyi olduğuna geldi. Bu açında geçen 100 yıldan fazla sürede Türkiye’nin hala bir yön arayışı içinde olduğu görülüyor.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kapanış konuşmasındaki vurgularından açıkça anlaşılıyor ki, Türkiye hem bölgesel hedeflerini gerçekleştirmede, hem de Kürt Sorunu’nu çözmede “İslamcılık” üzerinden bir politika izleyecek.
Erdoğan’ın “Türkiye Yüzyılı” olarak tarif ettiği yeni dönemde, Türkiye’nin bölgede Türk - Kürt - Arap ittifakını İslam bağıyla sağlayacağı anlaşılmış oldu. Bu da 1923’de Türk ulusal kimliği üzerine kurulu, üniter devletin yerine, çok kimlikli yeni bir ulus ya da devlet inşası anlamına geliyor. “Yeni ulus ya da devlet hangi ilkeler, manzumeler üzerine kurgulanacak?” sorusunun ise henüz net bir yanıtı verilmiş değil.
Erdoğan’ın tarihi olacağı ilan edilen ancak “tarihi bir yan olmadığı” konusunda da eleştirilen konuşmasının açılışında, CHP adı hiç zikredilmezken, toplantının konuşmasında CHP’ye genişçe yer verdiği görüldü. Erdoğan, daha önce kulislerde zikredildiği üzere, konuşmada bir genel af ilanı, demokratik alanın genişletilmesi, kayyum uygulamalarına son verilmesi ya da sembole dönüşmüş bazı tutukluların serbest bırakılması gibi başlıklara değinmedi.
Erdoğan, 19 Mart Operasyonları’ndan sonra başlayan CHP’nin mitinglerini, “yeni bir senaryo” olarak nitelerken, CHP’nin, “Terörsüz Türkiye” sürecinin karşısında durduğunu ima etti. Türkiye’nin 1. Dünya Savaşı, 2. Dünya Savaşı gibi önemli tarihsel eşiklerde, bölgesindeki imkanları değerlendiremediğini savunan Cumhurbaşkanı Erdoğan, . “Dünyanın ve bölgemizin yeniden yapılandığı dönemde ülkemizi hak ettiği yere taşıyacağız” dedi.
CHP her ne kadar sürecin imkanlarının ve risklerinin farkında olarak, karşı bir tutum takınmasa ve zımnen destek verse de, Erdoğan’ın, CHP’nin sürece destek vermesini istemediği, hatta sürecin karşısında konumlandırdığı net olarak görülüyor.
Sosyal medyada, kendisini AK Parti ve Erdoğan’a yakın olarak konumlandıran pek çok hesap, Erdoğan’ı “40 yıllık FETÖ’yü, 55 yıllık PKK’yı bitiren” “ve şimdi de 100 yıllık CHP ve Kemalizmi bitirecek lider” olarak konumlandırıyor, CHP’yi yeni “iç düşman” olarak tanımlıyor. Israrla, kimi hesaplar tarafından FETÖ’nün ve PKK’nın varlığını Kemalist politikalardan kaynaklı olduğu tezini dolaşıma sokuluyor.
Böylelikle, 1923’te Mustafa Kemal Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyet’in artık miadını doldurduğu ve Türkiye’nin yeni bir sürece girdiği ilan ediliyor. “Kürt Sorunu”nun çözümüyle ilgili, demokratik ve hukuki bazı beklentilere ise hiç değinilmiyor.
Erdoğan’ın konuşmasında süreçle ilgili en belirgin yan, “Terörsüz Türkiye” ile ilgili yakın zamanda TBMM çatısı altında kurulacak komisyon. Meclis Başkanı Numan Kurtulmuş’un 16 Temmuz’da komisyon kurma çalışmalarını başlatması bekleniyor. 40-45 üyeden oluşması planlanan komisyonun, terörle mücadele ve toplumsal barış sürecine katkı sağlaması amaçlanıyor. Ancak komisyonun yapısı, hangi partilerin yer alacağı gibi detaylar ortada yok. Şimdilik komisyonda AK Parti - MHP ve DEM üçlüsünün bulunacağı kesinleşirken, CHP’nin ve diğer partilerin olup olmayacağı henüz anlaşılmış değil. Komisyonun Meclis tatile girmeden çalışmaya başlaması gerekiyor, aksi takdirde komisyon Eylül ayında çalışmaya başlamış olacak. Bu durumda, içeriği bir yana bırakırsak, takvim konusunda hızlı olunmasını gereken MHP lideri Bahçeli’nin, sürecin yavaş ilerlemesinden rahatsız olacağı ortada.
Komisyonun nasıl işleyeceği bir yana, DEM Parti İmralı Heyeti üyesi ve Van Milletvekili Pervin Buldan'ın "Bu ittifak süreç ittifakıdır. Başka bir ittifak olarak algılanmamalı kesinlikle" sözleri ise, AK Parti - DEM ve MHP arasındaki kırılgan ilişkinin nereye evrileceğine ilişkin soru işaretleri barındırıyor.
Son 10 yılda, topluma ve seçmenine karşı aşırı milliyetçi ve güvenlikçi bir dil kullanan Cumhur İttifakı’nın, süreci kendi seçmen kitlesine nasıl anlatacağı ise merak konusu.
İktidar, yaşadığı süreci izah edememe ve tutarlık krizi sebebiyle, CHP’ye yüklenmeye ve FETÖ, PKK gibi terör örgütlerinin “CHP zihniyeti” yüzünden var olabildiğini anlatmaya çalışacağı söylenebilir.
İktidarın sürecin iletişimini yürütmekte zorlandığı, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın "Kimse endişe etmesin, ne yapıyorsak Türkiye için yapıyoruz" sözlerinden de anlaşılıyor. Henüz yapılan anketler, toplumun “Terörsüz Türkiye” sürecine nasıl baktığına ilişkin net bir fikir vermiyor.
Kurulduğundan beri İletişim Başkanı olan Fahrettin Altun’un tam da sürecin ciddi bir aşamaya geldiği bir dönemde aniden görevden alınması ise AK Parti’nin iletişimle ilgili sorunlar yaşadığı yönündeki iddiaları güçlendiriyor.
Prof. Dr. Hilmi Demir, iktidarın büyük bir iletişim hatası yaptığını söyleyerek, sürecin “örgütün merhameti ile yapılıyormuş gibi bir algıya sebep olduğuna” dikkat çekiyor.
Sürecin başından beri, Bahçeli ve Erdoğan’ın hemfikir olmadığına yönelik bazı iddialar gündeme geldiyse de bunlar, Erdoğan’ın sürece önce kısık sesle daha sonra ise açıktan sahip çıkmasıyla, sona erdi.
Ancak, halen Erdoğan’la Bahçeli arasında hem takvim hem de sürecin hedefi açısından, bazı farklılıkların olduğu söylenebilir.
Erdoğan, sürecin takvimini zamana yayıyor ve şu anda pek çok ankette birinci parti olduğu görülen CHP’yi sürecin dışında konumlandırıyor.
Bahçeli ise, bir yandan sürecin hızlandırılması gerektiğini çoğu kez farklı şekillerde dile getirirken, iç siyasetin de sürece uygun şekilde, göreceli olsa da rahatlatılmasını, 19 Mart’ta başlayan operasyonların sona ermesini, CHP’nin Cumhurbaşkanı Adayı ve Ekrem İmamoğlu’nun bir an önce yargılanarak cezasını almasını, açıkça ifade etmese de CHP’nin bir şekilde “Terörsüz Türkiye” sürecine paydaş kılınmasını istiyor. Bahçeli, CHP’nin ve muhalefetin tamamen sindirildiği bir ortamda “Terörsüz Türkiye” ihtimalinin zayıfladığını görüyor.
Bahçeli’nin, bundan yaklaşık 10 ay önce grup toplantısında ilk olarak Öcalan’ı işaret ederek, "Tecridi kaldırılırsa gelsin TBMM'de DEM Parti grup toplantısında konuşsun. Terörün tamamen bittiğini ve örgütün lağvedildiğini açıklasın” ifadeleriyle başlayan sürecin hedefiyle ilgili halen pek çok muhtelif görüş var.
Suriye’de Esad rejiminin yıkılması, İsrail’in Gazze’ye yönelik katliamları, İran’ın son dönemde zayıflaması gibi, pek çok bölgesel gelişmenin, Bahçeli’nin “Terörsüz Türkiye” sürecini başlatmasında etkili olduğu varsayılıyor.
ABD’de Donald Trump’ın başa gelmesiyle, İsrail’in bölgedeki dizginlenemez saldırganlığının, Türkiye’nin toprak bütünlüğünü de tehdit eder bir noktaya gelmesi ve İsrail’in Suriye’deki otorite boşluğundan faydalanarak daha fazla alan kazanmasının önüne geçilmesi için Bahçeli’nin inisiyatif aldığı fikri hakim.
Siyasi analizler, Orta Doğunun, 1. Dünya Savaşı’ndan sonra olduğu gibi yeni bir dizayn sürecinden geçmekte olduğunda yoğunlaşmış durumda. Pek çok iyimser görüş bölge haritasını Türkiye aleyhine cetvelle çizen “Sykes Picot Anlaşması”nın artık miadını doldurduğu yönünde.
İyimser görüşlere göre, İsrail’in, Türkiye’yle sınır komşusu olmasının önüne geçilmesi, İran’ın parçalanıp, Rusya’nın Kafkasya’daki gücünün sınırlandırılmasıyla, Türkiye’ye bölgede bir hamilik rolünün açılması yönünde beklentiler oluşmaya başladı. ABD’nin Ankara Büyükelçisi ve Suriye Özel Temsilcisi Tom Barrack’ın, yıllarca Suriye’de YPG’yi silahlandırdıktan sonra, “YPG’ye devlet borcumuz yok” demesi, Türkiye’yi bir merkez olarak tanımladıktan sonra, “Osmanlı Millet Sistemi”ni övmesi de ABD’nin, yeni dönemde Türkiye’yle ilgili bir takım pozitif tasarruflarının olacağını gösteriyor.
Her ne kadar AK Parti ve Erdoğan süreci “fetihçi” bir anlatıyla kamuoyuna sunuyorsa olsa da Suriye’de, YPG’nin bağımsız olmasa da tıpkı Kuzey Irak’ta olduğu gibi, özerk bir yapıya kavuşması karşısında, Türkiye’nin mecburen belli tavizler verdiğini, yani “Terörsüz Türkiye”nin bir mecburiyet olduğunu savunanlar da var.
Sürece ilişkin bir diğer kafa karışıklığı ise, sahibinin kim olduğu: Erdoğan mı, Bahçeli mi; ikisinin temsil ettiği ortak çizgi mi, yoksa ikisini de aşan “Devlet Aklı” mı?
Kimi analizler, Erdoğan ve Bahçeli’nin en başından beri tam bir ittifak içinde süreci birlikte tasarladığını savunurken, kimisi de Erdoğan’ın halen tüm devleti temsil etmediği ve sürece mecbur bırakıldığında yoğunlaşıyor.
Bahçeli’nin sürecin ana aktörü mü yoksa sadece yürütücüsü mü olduğu da halen muamma olarak görülüyor. Kimi yorumlar, devletin güvenlik ve istihbarat bürokrasisinde kararı alınmış bir projenin, Bahçeli tarafından Erdoğan’a iletilmesiyle yürütülen bir süreçten bahsediyor.
Öteden beri Türkiye’de “Devlet Aklı”na yüklenen anlam hatta zaman zaman “Derin Devlet” analizleriyle, aslında Bahçeli ve Erdoğan’dan bağımsız bir gücün Türkiye’nin milli siyaset belgesini yani “Kırmızı Kitap”ını güncellediğini savunanlar da var.
Erdoğan ve Bahçeli arasında fikir ayrılığı oluşması durumunda, ne olabileceğini ise kimse bilmiyor. Şu anda pek çok ankette birinci parti olan CHP’nin süreçten dışlanmasının yaratacağı sorunlar da apayrı bir sorun başlığı teşkil ediyor.
Sürecin sahibinin kim olduğu sorusu ise şurada önem kazanıyor: Eğer gerçekten, süreç Bahçeli ve Erdoğan’ı aşan bir devlet projesiyse, mevcut ikilinin süreci yönetmemesi durumunda, “Terörsüz Türkiye”yi kurma görevi CHP’nin omuzlarına kalabilir.
CHP, çeperindeki Zafer Partisi, İYİ Parti gibi partilerin tabanından aldığı milliyetçi tepkilere rağmen, “Terörsüz Türkiye” sürecine karşı çıkmadığını başından beri ilan ediyor. Şimdilik düşük bir ihtimal de olsa Bahçeli’nin sabrının daha fazla zorlanması durumunda, yol açabileceği bir erken seçim sonucunda, seçimi kazanacağı kesin olan CHP’nin, MHP, DEM ve AK Parti gayrı memnunlarından oluşan geniş bir toplumsal mutabakat oluşturarak, süreci başarıyla yönetebileceğini düşünenler de var.
CHP’yle ilgili bu iyimser yaklaşım, bugün toplumsal desteği yüzde 40’ların altına düşmüş bir Cumhur İttifakı yerine, toplumsal desteği yüzde 70’lere ulaşmış yeni bir iktidar birleşiminin, “Terörsüz Türkiye” sürecinin inşasını yürütebileceğine inanıyor.

© 2025 Scrolli. Tüm Hakları Saklıdır. Scrolli Medya A.Ş
