Hesaba mı ihtiyacınız var? Üye ol
Dr. Öğr. Üyesi Mert C. Atar
İstanbul Aydın Üniversitesi, Yeni Medya ve İletişim Bölümü
“Titanlardan biri olan Prometheus, tanrılardan ateşi çalarak insanlara verir. Bu durum Zeus’u öfkelendirir ve insanları cezalandırmaya karar vererek Hephaistos’a, tanrılar kadar güzel ve çekici bir kadın yaratmasını emreder. Böylece Pandora yaratılır. Adı “tüm armağanlara sahip” anlamına gelmektedir, nitekim tanrılar ona çeşitli yetenekler ve güzellikler bahşetmiştir. Zeus daha sonra planının ikinci aşaması olarak Pandora’ya bir kutu verir ve bu kutuyu asla açmaması gerektiğini söyler. Ancak, Pandora’nın içine yerleştirdiği merak, zamanla ağır basar. Sonunda dayanamayıp kutuyu açar ve içinden tüm kötülükler, hastalıklar, acılar ve felaketler dünyaya yayılır.”
Yakın bir zamana kadar kitle katliamları ABD’nin vaka-i adiyesi olarak, buraya ait kavram bir kavram gibi görülürdü. Ancak bu durum değişmek üzere. Zira son yıllarda Avrupa ülkelerinde de görülmeye başlanan aşırı sağ motivasyonlu kitle kıyımlarının yeni bir yuvası var.
Arda K. isminde 18 yaşındaki bir genç 13 Ağustos 2024 tarihinde çay bahçesinde oturan şahıslara bıçakla saldırdı. Hücum yeleği, kask ve gözlük kullanarak yüzünü maskeyle gizleyen saldırgan, ancak beş kişiyi yaraladıktan sonra gözaltına alınabildi. Ancak bu olayı dikkate değer kılan kısım saldırının yapılış şekli değil, şahsın sahip olduğu ideolojik arka plan ve saldırı motivasyonuydu. Nitekim yayınladığı 17 sayfalık manifestosunda Arda K. sahip olduğu nefret ideolojisini en ince detaylarına kadar anlatıyor ve kendini Nasyonal Sosyalist olarak tanımlıyordu. Bunun tek bir anlamı vardı: ABD sahillerinden bırakılan Pandora’nın Kutusu, Türkiye kıyılarına vurmuş ve burada “mutlu ve heyecanlı” gözler eşliğinde açılmıştı.
Şimdi yapılması gereken şey ise aşikar: Bu olguyu çözümlemek ve neyle karşı karşıya olduğumuzu anlamak. Türkiye’nin burun buruna geldiği aşırı sağ ideolojisi nedir? Bu saldırı ne anlama geliyor? Müsebbipleri kimler? Belki de en önemlisi; ne yapılabilir? Bu yazıda mezkur sorulara yanıt vermeye çalışacak, aşırı sağ ideolojisine tatsız ancak elzem bir giriş yapacağız.
Aşırı sağ, faşizm ile sahip olduğu kavramsal bağının etkisiyle tanımlanması zor bir olgu. Zira -aşırı sağ ile birlikte- faşizm, anti-felsefi bir dünya görüşü. Bunun anlamının aşırı sağın düşünceyi ve ideleri yadsıyıp, eylemi kutsaması olduğu söylenebilir. Nitekim faşizm için faydalı olan, anlamlı olandan üstündür ve her şey eylemde önem kazanmaktadır. Nazilerin, Aryan ırkının geleceğini garanti etmek için devlet aklını ve saygınlığını hiçe sayması, devleti, “doğanın hükmünü yürütmesi için” araçsallaştırmaları işte bu yüzdendir.
Bunlara rağmen kavramı belli kalıpların içine sokmak imkansız değil. Buna göre aşırı sağ; yalnızca belli bir gruba mahsus “cevheri” temel alır. Tarihin başlangıcından beri bu grupta bulunulan bu cevher, grubun her bir parçasında doğuştan zuhur eder. Bu “üstün insanların” alameti farikası işte bu cevherdir. Genellikle belli bir ırka atfedilen bu öz, öteki gruplarda bulunmamaktadır. Bu nedenle aşırı sağ ideolojisi, bu özü taşıyan kişilerin, toplumun, doğal işleyişe uygun olarak üstünde olmaları gerektiğini iddia eder ve bu bakış açısıyla toplumu hiyerarşik ve güvenlikçi bir bakış açısıyla değerlendirir. Nitekim bu cevhere sahip olanların ülke içinde doğal hakları olan üstün konumu alması ve orada kalması ancak güvenlikçi bir bakış açısıyla, daha net bir ifadeyle zor kullanarak mümkün olabilecektir.
Aşırı sağcı ideoloji bu nokta-i nazarı kendine temel olarak seçerek göç ve güvenlik konularını merkeze alır ve bu meseleleri ulusal güvenlik açısından tehdit olarak sunar. Göçmenlerin kültürel, ekonomik ve sosyal düzeni bozduğunu iddia eden bu gruplar, "Büyük Yer Değiştirme" gibi komplo teorilerini öne çıkarır. Bu teoriye göre, Batılı elitler yerli nüfusu bilinçli olarak göçmenlerle değiştirmeye çalışmaktadır. Göçmenlerin suça karışma oranlarının yüksek olduğunu savunan aşırı sağcılar, toplumda korku ve paranoya yaratarak göç karşıtı politikaları desteklemeye çalışır. Ayrıca, devletin yolsuzluğa battığını ve bunun göçmenler gibi "öteki" -cevhere sahip olmayan- grupların suçu olduğunu öne sürerler. Aşırı sağcı liderler, mevcut siyasi düzeni çürümüş olarak tanıtarak kendilerini dürüst ve adil bir alternatif olarak sunar. Dış siyasette de milliyetçi ve küreselleşme karşıtı bir duruş sergileyen bu gruplar, uluslararası işbirliklerine şüpheyle yaklaşır ve ulusal egemenliğin korunmasını savunur.
Öte taraftan aşırı sağ ideoloji yekpare bir şekilde tezahür etmez ve demokrasiye karşı olan tutumları açısından ekstrem sağ ve radikal sağ olarak ikiye ayrılır. Öncelikle ekstrem sağ, demokrasinin temellerini oluşturan siyasi eşitlik ve halkın çoğunluğu tarafından yönetimin belirlenmesi ilkelerine karşıdır. Radikal sağ ise, demokrasiyi teorik olarak kabul eder, ancak azınlık hakları, hukukun üstünlüğü ve erkler ayrılığı gibi liberal demokrasinin temel prensiplerine karşı çıkar. Dahası ekstrem sağ, ideolojik olarak daha keskin ve otoriterdir, şiddet kullanmaya daha meyillidir. Bu gruplar marjinalleşmiştir ve toplumun geniş kesimleri tarafından dışlanmış durumdadır. ABD’de faşist eğimlerle kitle kıyımı gerçekleştiren Neo-Nazi saldırganlar bu grup içinde yer alır. Radikal sağ ise daha popülist ve modernize edilmiş söylemlerle geniş kitlelere hitap etmeye çalışır, şiddetten ziyade siyasi süreçlere odaklanır ve bazı durumlarda ana akım siyasetin bir parçası haline gelebilir. ABD’deki Trumpist eğilimler bu kategori altında değerlendirilebilir.
Bu minvalde ekstrem sağ gruplarla radikal sağ arasında gerilimli bir ilişkinin ortaya çıkması kaçınılmaz hale gelir. Nitekim ekstrem sağ gruplar, radikal sağ partileri yozlaşmış ve zayıf olarak görür ve onları; ana akımlaşmakla, maddi çıkarları ön plana almakla ve “Yahudi sorunu” hakkında yeterince konuşmamakla suçlar. Onlara göre radikal sağ iğdiş edilmiştir ve edilgen durumdadır. ABD’deki ekstrem sağa yakın grup ve kişilerin söylemlerine bakıldığında, Trump’ın İsrail’e verdiği desteğin açık bir şekilde eleştirilmesi bu yüzdendir.
Bu noktada Türkiye’deki eğilimler göz önüne alındığında, aşırı sağ denilince akla ilk gelen siyasetçi olan Ümit Özdağ’ın ektrem sağ olarak değerlendirilmesi doğru değildir. Kendisi daha çok radikal sağ tandansına yakındır. Nitekim Zafer Partisi demokrasiyi kabul etmesiyle birlikte azınlık haklarında şüpheci bir konumdadır, sığınmacı meselesinde şahin bir pozisyondadır ve liberal değerlerle sürtüşmektedir. Buna rağmen Zafer Partisi’nin şiddete bulaşmadığı ve düzeni, sandık yoluyla değiştirmeye çalıştığı gözden kaçırılmamalıdır. Öte taraftan yazdığı manifestoda kendisini Nasyonal Sosyalist”olarak değerlendiren Arda K. açık biçimde ekstrem sağ ideolojinin mensubudur. Bunun en önemli göstergesi kendisinin şiddeti, mücadele yöntemi olarak seçmesi ve açık biçimde var olan düzeni, bu yollarla alt üst etmeye çalışmasıdır.
Aşırı sağ olarak adlandırdığımız bu kavramın tarihçesi aynı zamanda Francis Fukuyama’nın tarihin sonu tezinin yıkılış hikayesidir. Nitekim Fukuyama, liberalizmin önce faşizmi sonra da komünizmi alt ettiğini, bu nedenle tarihin sonunun geldiğini söyledikten sonra; 1930’ların ve 40’ların hayaleti yeni bedeniyle karşımızda duruyor. Bu anlamda aşırı sağın tarihini 1945’den itibaren dört dönemde değerlendirmek mümkün.
Bu dönemde küçük neo-faşist gruplar varlığını sürdürürken, sağ popülist partiler (radikal sağ partiler) ve siyasetçilerin yükselişi gözlendi. Bu partiler, savaş sonrası seçkinlere karşı muhalefetle tanımlandı. Eski faşistler bazı partilerde yer alsalar da, bu partiler ne ideoloji ne de kadro olarak neo-faşist değildi. Sağ popülist partiler, kırsal kesimin marjinalleşmesine ve refah devletine karşı çıktı. Amerika'da sağ popülizm, anti-komünist hareket içinde faaliyet gösterdi. John Birch Derneği ve Senatör Joseph McCarthy bu hareketin önde gelen isimlerindendi. 1968'de Alabama Valisi George Wallace'ın başkanlık kampanyası, sağ popülizmin önemli bir örneğiydi. Wallace, açıkça ırkçı bir gündemle kampanya yürüttü ve eski Konfederasyon Güney'de önemli bir destek kazandı. Bu dönem, aynı zamanda Ku Klux Klan (KKK) gibi ırkçı örgütlerin yeniden canlandığı bir dönemdi.
1980'lerin başında Batı Avrupa'da başlayan radikal sağ dalgası, 1990'larda gerçek bir ivme kazandı. İşsizlik ve kitlesel göçün etkisiyle radikal sağcı partiler ulusal meclislere girmeye başladı. Belçika'da Flaman Bloku (Vlaams Blok) ve Hollanda'da Merkez Partisi (Centrumpartij) bu dönemde parlamentoya giren ilk partilerdi. Amerika'da ise aşırı sağcı gruplar siyasetin kenarlarında kaldı. Eski KKK lideri David Duke ve paleo-muhafazakar gazeteci Pat Buchanan, Cumhuriyetçi Parti içinde bir taban oluşturmaya çalıştı. Özellike İngiltere’de Thatcher’ın, ABD’de ise Reagen’ın uyguladığı neo-liberal politikalar sosyal güvenceleri zedelerken kitlesel öfke güçlenmeye devam etti.
21. yüzyılın başlarında aşırı sağ, üç büyük krizden faydalandı: 11 Eylül 2001 terör saldırıları, 2008 Ekonomi Krizi ve 2015’te ivme kazanan düzensiz mülteci akınları. Bu krizler, siyasi statükoyu sarstı ve İslamofobi ile popülist protestoların artmasına yol açtı. Dördüncü dalganın en belirgin özelliği ise aşırı sağın ana akıma taşınması oldu. Popülist radikal sağcı partiler, ana akım sağ ve sol partiler tarafından koalisyonlar için kabul edilebilir hale geldi. Bu partiler, göçmen karşıtı ve İslamofobik söylemleriyle dikkat çekti. Polonya'da Genç Demokratlar İttifakı, Macaristan'da Fidesz ve Hukuk ve Adalet Partisi (PiS) gibi dönüştürülmüş muhafazakar partiler bu dönemde önemli rol oynadı. 21. yüzyılın başlarında aşırı sağcı partiler ortalama yüzde 47 oy alırken, bu oran ikinci on yılda yüzde 75’e çıktı. Avrupa istisnacılığı, İslamofobi ve "siyaseten doğruculuğa" muhalefet, aşırı sağın temelini oluşturdu.
Kaygılı ve huzursuz halk kitleleri aşırı sağın en önemli güç kaynağı. Daha önce de belirtildiği gibi 2000'lerin başlarından itibaren yaşanan 11 Eylül saldırıları, 2008 ekonomik krizi ve düzensiz göç dalgaları, eski ideolojik söylemleri yeniden canlandırmaya yetti ve geçmişin heyulası olan faşizm, bu süreçte aşırı sağ maskesiyle tekrar sahneye çıktı. Zira, eski ekonomik ayrıcalıklarını yitirdiğine inanan, bu anlamda güvensizlik duygusuyla paranoyaklaşan, yabancı olan her şeyden korkan ve kaygı içinde debelenen geniş halk kitleleri oluştu. İşte aşırı sağ olarak tanımladığımız siyasi partilerin ve örgütlerin tabanını da bu kitleler oluşturdu. Bu kitlelerin, içinde bulundukları sosyo-ekonomik sıkıntıların, kültürel değişimlerin ve küresel belirsizliklerin etkisiyle, radikal çözümler ve güçlü liderler arayışına yöneldiği rahatlıkla söylenebilir. Aşırı sağ partilerin bu noktada işi kolay. Nitekim tek yapmaları gereken bu kitlenin kaygılarını manipüle ederek siyasi destek almak ve toplumsal düzenin yeniden yaratılacağına dair geniş çaplı bir dönüşümün propagandası yapmak.
Bunun yanında dijital dünyanın aşırı sağa sunduğu olanaklardan da bahsetmek gerekiyor. İnternetteki aşırı sağ eğilimler genelde alt-sağ (İngilizce alt-right) olarak tanımlanıyor. Bu terim 2008 yılında ABD’nin önde gelen Neo-Nazilerinden Richard Spencer tarafından, ana akım muhafazakâr görüşlerle çelişen, aşırı sağcı siyasi görüşleri tanımlamak için ortaya atıldı. Spencer’ın icat ettiği bu yeni alt-sağ terimi; bir neolojizm olarak, uzun zamandır ana akım medya tarafından kabul edilemez olarak görülen fikirlerin yeni bir maskeyle kamusal alana sızmasına hizmet etti.
Burada kilit rolü ise mizah üstlendi. Alt-sağ bu anlamda ana akım liberalizm ve muhafazakârlıktan nefret eden, ironi ve şakaları benimseyen ve başkalarında öfke uyandırmak için aşırı söylemler kullanan -internet tabiriyle “trolleyen”- agresif bir zorbalama kültürü olarak tasvir edilebilir. Diğer yandan akım, liberalizm, feminizm ve çok kültürlülüğe karşı birleşmiş bloglar, forumlar, podcast'ler ve X (eski ismiyle Twitter) kişiliklerinin birbirinden özerk bir şekilde bir araya gelmesiyle oluşuyor. Bu hareketin önemli özelliği ise alt-sağın sosyal medya söylemlerinin hangisinin ciddi hangisinin ironik olduğunu anlamanın neredeyse imkansız oluşu. Alt-sağ mensubu kişi ve grupların gücü bir anlamda buradan geliyor. Zira eskiden ana akımda kabul edilmeyen aşırı söylemler “bunların yalnızca şaka olduğu” yolundaki ifadelerle yumuşatılıyor, ancak bu süreçte normalleşmiş oluyor.
Öte taraftan büyük teknoloji şirketlerinin aşırı sağ söz konusu olduğunda karnesi hiç de iyi değil. Charleston katliamı bu konuda önemli bir örnek olarak görülebilir. Saldırı, kişiselleştirilmiş bilgi akışının bireyleri nasıl radikalleştirip şiddete yönlendirebileceğinin kanıtını teşkil etmekte. Nitekim söz konusu katliamın müsebbibi Dylann Roof, 2015 yılında daha 21 yaşındayken internet üzerinden radikalleşti ve 2015 yılında Charleston’da bir kilisede dokuz Afroamerikalıyı öldürdü. Geleneksel ırkçı şiddet faillerinden farklı olarak, Roof Neo-Nazi çetelerine ya da Ku Klux Klan mitinglerine katılmadı ve radikalleşme sürecini tamamen çevrimiçi olarak yaşadı. Google’da “siyahların beyazlara karşı işlediği suçlar” aramasını yaptıktan sonra radikalleşmenin ilk adımını attığını belirten Roof, saldırısının motivasyonunu, “birinin bunu gerçek dünyaya taşıyacak cesarete sahip olması gerekiyor ve sanırım bu ben olmalıyım” diyerek açıklamıştı. Nitekim bu arama sonrası “kullanıcıya istediğini verme” paradigmasına sahip olan Google, Roof’un karşısına sürekli bu minvalde haberler çıkardı ve onu bir tür yankı odasının içine hapsetti. Algoritmaların ideolojik markajına giren saldırgan, böylelikle sahip olduğu dünya görüşü hakkında radikal sanrılara sahip oldu ve sonunda katliamı gerçekleştirecek motivasyona erişti.
Hiç şüphesiz Türkiye’de uzun bir faşist şiddet geçmişi bulunmakta. Ancak bu metnin hacmini aşmamak adına son 10 senedeki değişimleri merkeze almak verimli bir yaklaşım olacaktır. Bu yıllara bakıldığında ise bizi darbe girişimi, depremler, ekonomik bunalımlar, düzensiz göç dalgaları, terör saldırıları ve maden kazaları karşılıyor. Bu anlamda özellikle ABD’de aşırı sağın özellikle dördüncü dalgasının ana saiklerini Türkiye’de gözlemlemek mümkün görünüyor. Bu durumun burada da müesses nizama yönelik -zaten pamuk ipliğine bağlı olan- güveni aşındırması kaçınılmaz bir durum olarak karşımıza çıkıyor.
Bunun yanında toplumun eskiden saygı duyulan üstanlatılarının gördüğü zarar da gözden kaçmamalı. Nitekim aşırılığın hemen her köşe başında tespit edilebildiği Türkiye’de köklü değerlerin büyük bir erozyona uğradığı ve artık kitleleri bir arada tutmayı beceremediği ortada. Örneğin geleneksel din anlayışı, yani Anadolu müslümanlığı; kentli, dar-orta gelirli dindar gençleri eskisi gibi cezbetmiyor. Çünkü buradaki insanlar kendilerine anlatılan “bir lokma bir hırka” lafzının, son model arabalar ve parlak mermerli müstakil dubleks evlerin altında nasıl çiğnendiğini görüyor. İşte bu gençlerin çaldıkları ilk kapılardan biri ise selefi akımlar gibi radikal tandanslı aşırılıkçılar oluyor. Bu kişilerin, ABD’de geleneksel siyasi partilerden ümidi kesip, sistem dışı bir kişilik olan Trump’a yönelen ya da yerel, aşırı sağa teşne paramiliter gruplara sempati besleyen Amerikalılarla çok az farkı var. Nitekim iki kesim de “köhne” ve “çürümüş” olarak gördüğü bu odaklardan ümidi kesip, daha organik ve sahici gördüğü radikal kesimlere yakınlık gösteriyor.
Öte taraftan aşırı sağın örgütlenme ve planlama ortamı olan yeni medyanın da altının çizilmesi gerekli. Nitekim burası tıpkı Batı ülkelerinde olduğu gibi mizahla saklanmış saldırgan dilin ve insanları kendi görüşleriyle başbaşa bırakan yankı odalarının yuvası durumunda. Ezcümle sosyo-ekonomik faktörlerle birleşen teknolojik olanakların bize Türkiye’nin yabancısı olduğu yeni bir tür faşizm hediye etmiş olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Peki bu saldırıya neden “Batılı anlamda ilk aşırı sağ eylemi” diyorum. Bu sorunun cevabı için Arda K.’nin yazdığı manifestoyu analiz etmemiz gerekiyor.
Saldırganın yazdığı el kitabından doğrudan alıntılar yapmayı etik bulmasam da sağlam bir temele dayanan görüşler elde etmek amacıyla metnin ana temalarını ve yapılan göndermeleri çözümlemek yerinde olacaktır. Öncelikle metinde, saldırganın düşüncelerinin ve eylemlerinin altında yatan aşırı sağcı ideolojinin izleri belirgin bir şekilde ortaya çıkıyor. Kadın ve eşcinsel düşmanlığı, metnin başlıca temalarından biri olarak dikkat çekiyor. Saldırgan, kadınları ve eşcinselleri hedef alırken, oyun oynamayı da zaman kaybı olarak nitelendiriyor. Bunun yanı sıra, metin, Yahudi düşmanlığına dair açık ifadeler içeriyor. İnsanlığın son yıllarda kilo almak ve tembelleşmek dışında bir şey başaramadığı, Yahudi şirketlere köle olduğu, dejenerasyonun en üst seviyeye ulaştığı ve aile değerlerinin ortadan kaybolduğu belirtiliyor.
Saldırgan, kendi problemler hakkında bilgi verirken, insanları "böcek sürüleri" olarak tanımlıyor ve onlarla iletişim kurmak istemediğini ifade ediyor. Bu tutum, narsistik eğilimlerin ve anti-Semitik düşüncelerin bir yansıması olarak değerlendirilebilir. Ayrıca, metinde insanları "böcek" olarak üç kategoride sınıflandırıyor ve bunlardan birini "karıncalar" olarak adlandırıyor. Bu tanımlama söz konusu insanların ömürleri boyunca çalışmaları nedeniyle yapılıyor.
Irkçı söylemler, saldırganın metninde sıkça yer alıyor. "Nigger" kelimesini kullanarak ABD'deki siyahlara yönelik pejoratif bir dil kullanıyor ve bu durum, bu iki toplumsal grubu birbiriyle özdeşleştirdiğine (“Türkiye’nin nigger’ları Kürtler” gibi) işaret ediyor. Öte taraftan şahıs, "beyin ölümü gerçekleşmiş" olarak tanımladığı kişileri “en önce öldürülmesi gerekenler” olarak nitelendiriyor. Bu kişiler, inatçılıkları ve düşünme kabiliyetlerinin yokluğu nedeniyle hedef alınıyor.
Saldırgan, ABD'deki aşırı sağcı saldırganlara da göndermelerde bulunuyor ve "kolay saldırı noktası" olarak "liberallerin evi" ve "bowling mekanları" gibi yerleri seçiyor. ABD'de bowling salonlarının genellikle güvenliğin görece az olduğu müstakil binalarda yer alması, bu tür mekanları kitle kıyımcıları için cazip hale getiriyor. Ancak Türkiye'de bowling salonları çoğunlukla alışveriş merkezlerinin içinde yer alıyor, bu da saldırganın, ABD'deki örneklerden esinlenmesine rağmen Türkiye'nin farklı koşullarını göz ardı ettiğini gösteriyor. Saldırganın, alışveriş merkezlerini “orta zorluk derecesine sahip saldırı noktası” olarak değerlendirmesine karşın, bu merkezlerin içinde yer alan bowling salonlarını “kolay hedef” olarak seçmesi, beslediği aşırı sağcı ideolojinin ve bu ideolojinin bilgi kaynaklarının Türkiye'ye uyumsuzluğunu ortaya koyuyor.
Öte taraftan saldırgan, çok açık biçimde kendisini soylu bir hareketin son temsilcisi olarak görüyor ve eylemini sonraki nesillere miras bırakmak istiyor. Bu, kendisini tarihsel bir figür olarak konumlandırma isteğini yansıtıyor. Ailesine karşı da yoğun bir düşmanlık besleyen Arda K, onları öldürme planları yapıyor, bu durum bize ailesiyle olan derin ve telafi edilemez sorunlarını gösteriyor.
Saldırganın kendisi gibi “aziz” olmak isteyenlere yönelik verdiği ipuçları da “aziz” olarak gördüğü kitle kıyımcılarına olan hayranlığını ifşa ediyor. Nitekim bir ipucunda Arda K. kendisi gibi eylemde bulunacak saldırganlara olay yerinden kaçarken insanları arabayla ezme önerisi sunuyor. Bu tavsiye; ABD'nin Charlottesville kasabasında 2017’de yapılan "Unite the Right" mitingine açık bir gönderme. Nitekim burada da ırkçılık karşıtı göstericilerin içine hızla dalan bir araç bir kişinin ölümüne, 19 kişinin yaralanmasına neden olmuştu. Aynı şekilde Arda K. 2019 yılında Yeni Zelanda’da gerçekleşen cami saldırısına da göndermelerde bulunuyor. Şahıs, yine söz konusu ipuçlarından birinde "Zade’ye abone olun" ifadesini kullanıyor. Bu ifade, Yeni Zelanda saldırısını gerçekleştiren teröristin, katliam öncesinde bir başka ünlü Youtuber olan PewDiePie'a abone olunmasını istemesiyle paralellik gösteriyor.
Saldırgan, ailesiyle olan sorunlarını açıkça ortaya koyarken, özellikle babasına karşı yoğun bir kin besliyor. Bu, kendisini değersiz hissettiren her şeye karşı duyduğu tiksintiyi yansıtıyor. Ailesi sebebiyle sahip olduğu düşmancıl duyguları dışa vurma aracı olarak seçtiği şiddeti ise saldırgan, “doğanın kanunlarını uygulamakla” rasyonalize ediyor. Nitekim kendisi, doğayı insanlıktan üstün tutuyor ve kendisini "avcı", diğer insanları, kendi deyimiyle “böcekleri” ise "av" olarak konumlandırıyor.
Öte yandan, saldırganın eylemlerini oyunlaştırma eğilimi dikkat çekiyor. "Spawn olmak" ve "polis müdahalesinin zamanlaması" gibi oyunlara ait kavramları sıkça kullanıyor. Metinde hedef mekanlara, öldürülmek istenen karakterlere ve kullanılan teçhizatlara göre zorluk seviyeleri ve puanlamalar düzenlemiş durumda. "Eğlenmeyi unutma" ibaresi de, saldırganın yaptığı işi hem kendisi hem de benzer düşüncede olanlar için oyunlaştırmaya, böylece eğlenceli hale getirmeye çalıştığını kanıtlıyor. Tutuklanma durumunda kameralara trollface gibi sırıtılmasını önermesi de bu minvalde değerlendirilebilir. Burada, internet meme'lerinin alt-sağ tarafından nasıl kullanıldığını hatırlamakta yarar var. Nitekim “trollface” alt-sağın sıklıkla kullandığı bir internet meme’i.
Manifestonun tümüne bakıldığında ise Arda K.’nin tam manasıyla “Batılı anlamda ilk kitle kıyımcısı” olduğu kesin şekilde söylenebilir. Nitekim manifestosunda yer verdiği aşırı sağcı kitle katliamcılarının resimleri, eylem tarzını tamamen bu saldırganlarının vakalarını inceleyerek oluşturması ve bunların da ötesinde sahip olduğu bilgi dağarcığının neredeyse tümünün yabancı kaynaklı olması bu argümanı destekler nitelikte. Öyle ki manifestosunun İngilizce’ye çevrilmesi halinde, metnin, ABD’li bir kitle kıyımcısına ait olduğu izlenimi kolaylıkla edinilebilir. Öte taraftan saldırganın yurtdışındaki muadilleriyle paralellik kurup psikolojik bir analiz yaparsak, sağın “evrensel davasının” bir parçası olduğuna inanan Arda K.’nin, nadir bir "cevher" taşıdığını düşündüğü rahatlıkla söylenebilir. Kendisinden önce bu “cevhere” sahip olduğuna inanan kişilerin gerçekleştirdiği kitle katliamlarını tekrarlayarak, onların arasına katılmak ve böylece de kendi gibi olanlara örnek olma ereklerini gerçekleştirmek istemiş. Onun, kendisinden önceki aşırı sağcı kitle kıyımcılarını "azizler" olarak ulvileştirmesinin sebebi de aslında bu. Kısacası; toplumun gözünde üstünlüğünü ispatlayarak spot ışıklarının ilgi odağı olma arzusu, eylemin psikolojik anlamda temel motivasyonu denebilir.
Her şeyden önce aşırı sağın Pandora’nın Kutusuna geri dönmeyeceğini idrak etmemiz gerekiyor. Türkiye’nin artık aşırı sağ sorunu var ve bu sorun tıpkı Batı ülkelerinde olduğu gibi kalıcı bir olgu olarak toplumsal sorunlar listesine eklenmiş durumda. Ancak burada problemi olduğu gibi ortaya koymakta ve bazı uyarılarda bulunmakta yarar var. Bunların ilki ise aşırı sağ olgusunu yüzeysel birtakım nedenlere bağlamanın yanlışlığı. Nitekim bu saldırı yalnızca video oyunlarına, çeşitli sosyal medya platformlarına ya da belli siyasilere bağlanır ve arkada işleyen sosyo-ekonomik faktörler göz ardı edilirse, tehlike tıpkı ABD’de olduğu gibi kördüğüm haline gelebilir.
Tartışmasız şekilde dijital oyunlar gençleri şiddete daha duyarsız hale getirebilir, sosyal medya platformları yıkıcı söylemlerin merkezi olabilir ya da Zafer Partisi gibi aşırı sağ tandansa yakın siyasi partiler, toplumda zaten var olan öfkeyi kendi yararlarına olacak kıyılara sürmek isteyebilir. Ancak sorunların; ülkenin siyasi ve ekonomik belirsizlik içinde yuvarlanması, yolsuzluğun kol gezmesi, torpilin vaka-i adiyeden sayılması, ekonomik güvencenin bir türlü sağlanamaması ve dolayısıyla toplumu bir arada tutan ve artık içi boşaltılmış üst anlatıların, kimsenin hayatını anlamlandıramaması olduğu gözden kaçmamalı.
Böylesi altyapısal sorunların bulunduğu bir ülkenin Arda K. gibi daha nice ruhu hastalanmış gençler üreteceği kaçınılmaz bir sonuç olarak karşımızda bulunuyor. Bu gençlerin bazılarının sahip oldukları nefret ve umutsuzluğu, aşırı sağ ya da selefi akımlar gibi radikal ideolojilerin kendilerine sunduğu katarsis imkanıyla dışarı vurmak isteyeceğine ve bu amaçla şiddet eylemlerinde bulunacaklarına kesin gözüyle bakabiliriz. Sonuç olarak yapısal bir sorun olan bu problemin en çözümü de en başta yapısal çözümlerden geçiyor.
Bunun yanında ABD’nin sahip olduğu deneyimlerden de yararlanmakta fayda var. Nitekim ABD her şeyden önce bize neler yapılmaması gerektiği konusunda iyi bir örnek. Öncelikle ABD gibi konunun çözümünde atıl kalmamak gerekiyor. Buna göre; gençlere psikolojik yardım sağlamak, bireysel silahlanmanın ruh sağlığı temelinde denetlenmesi ve gençlere peşlerinden gidebilecekleri ve hayatlarına anlam katabilecekleri sahici üst anlatılar bulunması çözüm için iyi bir çıkış noktası olabilir.
Öte taraftan aşırı sağın en önemli yakıtının nefret olduğu asla unutulmamalı. Saldırgan ne kadar küfür yerse, ana akımda lanetlenirse ve hatta fiziksel şiddete maruz kalırsa, benzer eğilimlere sahip kişiler tarafından o kadar “azizleştirilecektir”. Bu nedenle medya, şahıs odaklı değil bu olaya neden olan sahici sebepler üzerinde durmalı ve saldırganı şeytanlaştırıcı, ilginçleştirici, en önemlisi “davası uğruna acı çeken aziz” gibi gösterecek içeriklerden uzak durulmalı. Spot ışıklarının nasıl bir cazibe yaratacağı haber ve içerik üreticileri tarafından sürekli akılda tutulmalı.
Yazıda yazarlanılan kaynaklar:
Atar, Mert C. 6 Ocak Ayaklanmasına Giden Yol: ABD’deki Kongre Binası Baskınında Hakikat Sonrası Kavramının Etkisi ve Sosyal Ağ Kitlelerinin Rolü. Doktora Tezi, İstanbul Üniversitesi, 2024.
Miller-Idriss, Cynthia. Anavatanda Nefret: Yeni Küresel Aşırı Sağ, Çev. Behzat Hıroğlu, İstanbul, Ayrıntı Yayınları, 2023.
Moffit, Benjamin. Popülizmin Küresel Yükselişi: Performans, Siyasi Üslup ve Temsil, Çev. Onur Özgür, İstanbul, İletişim Yayınları, 2020.
Mudde, Cas. The Far Right in America, New York, Routledge, 2018.
Mudde, Cus. Günümüzde Aşırı Sağ, Çev. S. Erdem Türközü, Ankara, Nika Yayınları, 2022.
Müller, Jan-Werner. Popülizm Nedir?, 5. bsm, Çev. Onur Yıldız, İstanbul, İletişim Yayınları, 2021.
Fotoğraflar: Depophotos