Söyleşi: Sercan Meriç
Yıllar sonra "Türkiye'nin Düzeni" ile yeniden gündeme oturan Doğan Avcıoğlu'nu, onu 17 yaşında kaybeden oğlu Ahmet Avcıoğlu ilk kez anlattı.
Türk siyasi düşünce tarihinin en üretken ve tartışmalı isimlerinden Doğan Avcıoğlu'nun yıllar önce kaleme aldığı "Türkiye'nin Düzeni" eseri, Tekin Yayınevi tarafından yeniden basılmasıyla birlikte şaşırtıcı bir ilgiyle karşılandı. Kitabın özellikle sosyal medyada yarattığı etki, Avcıoğlu'nun fikirlerinin güncelliğini ve neden hala okunup tartışıldığını bir kez daha gözler önüne serdi. Peki, fikirleri kadar kişiliği ve siyasi duruşu da zaman zaman hararetli tartışmalara konu olan Doğan Avcıoğlu nasıl bir babaydı?
Doğan Avcıoğlu'nu henüz 17 yaşındayken, Türkiye'nin 12 Eylül sonrası yeni bir döneme girdiği günlerde kaybeden oğlu Ahmet Avcıoğlu ile konuştuk. İşte, bir döneme damga vuran Avcıoğlu’nun bir baba olarak portresi…
Tabii ki şaşırttı. Ben 17 yaşındaydım babamı kaybettiğimizde. Babamın ölümü 12 Eylül’den sonra yapılan seçimlerde Özal'ın seçimleri kazanmasından 2 gün önceydi. O zaman görüyordu tabii, iktidara Özal gelecek diye düşünüyordu. 2000'li yıllara girdikten sonra Türkiye bir krize girerdi düşüncesini taşıyordu. OI zaman tabii ben 17 yaşında anlayabildiğim kadarıyla size anlatıyorum. Kendini çok zinde tutmaya çalışıyordu. Sigarayı bırakmıştı. Biliyorsunuz daha evvel dudağından düşürmezmiş sigarayı. Sabah 06.00'da kalkar, koşusunu yapar, yüzer, ondan sonra bütün gün çalışırdı. Benim duyabildiğim kadarıyla eve çok gelip giden olurdu. Hasan Cemal, Uluç Gürkan, Altan Öymen hep babamı ziyarete gelirlerdi. Babam evden hiç çıkmazdı, 2000'li yıllara hazır olmak istiyordu ne kadar köşesine çekilmiş olsa da…. Türkiye'nin 2000'li yıllardan sonra tekrar ciddi çalkantılara ve sıkıntılara gireceğini düşünüyordu. Bir bakıma haklı çıkmış oldu. O yüzden de şaşırmıyorum. Babamın ölümden sonra dünya çok değişti ama onun fikirlerinin hala aranır olması hem şaşırtıcı hem değil işte bu açıdan.
Açıkçası ben de şaşırdım. Çünkü Emrah Safa Gürkan benim takdir ettiğim, takip ettiğim birisiydi. Bilmiyordum onun da bu kadar Doğan Avcıoğlu’yu incelediğini… Bir yandan da takdir ettim çok.
Bana anlatılan annem ilk bana hamile olduğu zaman çok istememiş babam. Çünkü “Ben ya asılacağım ya başbakan olacağım şimdi çocuk olmaz bu denklem içinde” demiş. Ama sonradan da çok sevecen bir babaydı. Tabii ayrılmışlardı. Ben hiç hatırlamıyorum birlikte olduklarını çünkü işte tutuklanması, ondan sonra boşanması falan ben 4-6 yaşları arasındayken olmuştu. Ama biz yazları babamı görürdük. O zamanlar iyi bir babaydı. Yani hem sevecendi hem ilgilenirdi. Konuşurduk. Bir baba eksikliği hissetmiyorum hayatımda.
Bir tane aklıma gelen çok çok net bir şey var. Bana demişti ki “Hayatta ne olacaksan olabilirsin, istersen ayakkabı boyacısı ol, ama ‘arkadaş’ yapacağın işi ciddi yap” demişti. Çok ciddi birisiydi. İşini de çok ciddiye alıyordu. Bana vermiş olduğu, aklımda kalan en büyük öğüt budur. Ben de hayatımda yaptığım işi hep ciddi yaptım. Kapitalizmin en uç noktalarında çalışmama rağmen işimi hep ciddi yaptım. O da babamdan geldi.
Az önce söylediğim gibi babamı kaybettiğimde 17 yaşındaydım. Daha önce hiç kitaplarını okumamıştım. Türkiye'nin Düzeni’ni 17 yaşında okudum. Yani anlayabildiğim kadarıyla... Ben pragmatist-sosyalist olarak hep gördüm. Böyle çok bir aşırı ideolojiye bağlı olmadığını düşünüyordum. Onun derdi Türkiye'nin bağımsızıydı, nasıl kalkınabileceğiydi. Bunun için devletin rolü önemliydi onun için. Devlet eliyle kalkınması ve devlet eliyle belki kapitalizme geçecek olsa bile yani devletin önderliğinde bir sistem öneriyordu gördüğüm.
Evet… Dünyanın gerçeklerine uyarak pazar ekonomisinden de çok uzak olduğunu ben düşünmüyorum. Ama bunun için de devletin önder olması gerektiğini düşünüyordu. Bugün dünyaya baktığım zaman da bunun örneklerinin olduğunu düşünüyorum. Çin'e baktığınız zaman bunu görüyorsunuz mesela ve bana sorarsanız babamın fikirleri oraya daha uygundu. Katı bir şekilde Sovyetlerin uyguladığı tarzdan çok daha bağımsız bir şekilde devletin kendi ekonomisini geliştirebildiği, özel sektörün de bir rolünün olabileceğine inanan bir kişiydi diye anlıyorum ben okuduğum zaman.
Tabii o zaman 2-3 yaşındaymışız… Dragos'u böyle hayal meyal hatırlıyorum. Herhalde 3 yaşındaydım o zaman. Türkiye'nin Düzeni’ni yazıyormuş babam o dönemlerde. Can Yücel de o vakitlerde yazmış.
Bir liderlik vasfı varmış ki bu insanların hepsi bir dönem sonra fikirlerine karşıt da olsalar babamın cenazesine gelmişler. Mümtaz Soysal da gelenlerdendi. İktidara gelme şekilleri hakkında zamanla zıtlaşmalar oldu ama kanaat önderi olarak her zaman babamı görmüşler gibi geliyor bana.
Sonuçta ben oğluyum. Fikirleri konusunda uzman değilim ama benim görüşüm babam Türkiye gibi demokrasinin çok gelişmiş olmadığı ülkelerde birtakım kestirme çözümlere gitmiş olabilir diye düşünüyorum. Ama özünde cuntacı, otokratik düşüncelere açık olduğunu düşünmüyorum. Onun amacı Türkiye'nin hızlıca kalkınabilip geri kalmışlıktan çıkmasıydı. Bu amaca gitmek için Türkiye gibi ülkelerin buna ulaşamadığına inanıyordu. O yüzden muhtemelen bazı daha hızlı çözümlere sıcak bakmış olabilir. Ama yani buradan ben tamamen darbeci çıkarımını yapamıyorum. Keşke öbür türlü olabilse, yani keşke seçimle bu yol alınabilse ve Türkiye'de bağımsız bir iktidar mümkün olabilse.
Başta da söylediğim gibi sabah 06.00'da kalkar. Aşağı yukarı 10 kilometre koşardı. Ondan sonra bütün gün çalışırdı. Belki sağlıksız yaptığı tek şey bütün gün yemek yemezdi. Akşam rakı sofrası olurdu. Sonuçta mide kanserinden dolayı yaşamını erken yitirdi. Onun rolü olmuş olabilir diye endişe ediyorum. Ama akşam sofrasında olmak için beklerdik. Biz tabii ki o yaşta rakı içmiyoruz ama onun çok hoş sohbeti olurdu akşamları. Ne sorsam güzel cevaplar verirdi.
Babamı kaybettiğimizde kardeşim 15 yaşındaydı. Bizim dünyadan haberimiz yoktu. Genç çocuklardık o zaman. Bir tek şöyle enteresan bir şey hatırlıyorum. Anekdot olarak anlatacağım: Üniversite benim için gündem olmuştu o zaman. ODTÜ ya da Boğaziçi'yi düşünüyorduk. Babam da biraz da şaka yoluyla “Ya Çin'de de çok iyi üniversiteler var. Niye orayı düşünmüyorsunuz?" demişti. Yani aslında çok haklıymış. Çin'de bir üniversiteye gitmek hiç kötü bir şey olmazmış. Onun fikirlerinde “Dünyaya siz sadece Amerika'nın kurduğu düzenle bakmayın” anlayışı vardı. “Başka bir dünya da var” derdi. Belki de sizin biraz önceki sorduğunuz soruya da cevap olarak, “Şaşırıyor musunuz?” demiştiniz. Adamın kafasında Çin'in çok büyük bir yere geleceği varmış demek ki. Herhalde o dönemde kimse böyle bir şey dememiştir.
Müthiş bir Atatürk hayranıydı. Yani Atatürk hayranı olmasında en büyük sebebi Atatürk'ün Türkiye'yi emperyalist güçlerden bağımsız bir şekilde kalkındırmaya olan aşkı. Aynı şeyi de kendisinde hissediyordu. O yüzden de müthiş bir Kemalistti. Kimse de şey demesin yani Kemalist değil o Marksist-Leninist… Yani Marksist-Leninist olunabilir, yine Kemalist olunabilir. Ama bence büyük bir Atatürkçüydü. Çünkü temelde inancı Türkiye gibi bir ülkenin ancak bağımsız bir şekilde kalkınması idi ve Atatürk'te de bunu görüyordu. Atatürk'ün yaptıklarında da bunu görüyordu.
Annemden duymuştum. O dönem o kadar popülermiş ki çağırmışlar. Sonuçta sermaye yani… Her türlü adama mecburlar. O günkü yatırımlarını sormak istemişler. Şaşırtan bir şey değil. Herhalde doğrudur diyorum yani annemden duyduğuma göre.
KATEGORİLER
Bilgi Alın
© 2025 Scrolli. Tüm Hakları Saklıdır. Scrolli Medya A.Ş