Burak Dalgın, Balıkesir Milletvekili
1600 yılının son günü. Bir grup İngiliz tüccar Kraliçe Elizabeth’ten nicedir bekledikleri tekel iznini aldı. Kurdukları East India Company bugün yaşadığımız sorunun öncü modeliydi: devlet nerede biter, şirket nerede başlar; devlet nerede başlar, şirket nerede biter?
TDK Sözlüğü devleti şöyle tanımlıyor: Toprak bütünlüğüne bağlı olarak siyasal bakımdan örgütlenmiş millet veya milletler topluluğunun oluşturduğu tüzel varlık; ülke.
Devletle alakalı iki ana kavram var: egemenlik ve onu mümkün kılan meşru şiddet tekeli.
Alman sosyolog Max Weber egemenliğin üç kaynağı olduğunu söylüyor: (i) geleneksel (‘her zaman böyleydi’); (ii) karizmatik (‘liderin kahramanlık, kutsallık, vizyonerlik gibi olağanüstü yetenekleri var’); ve (iii) hukuki/ akılcı (yazılı kanunlar ve rasyonel bürokrasi çerçevesinde işleyen kurallar). Gerçek hayatta teorik saf formları değil, bunların karışımını görüyoruz.
Devletin egemenliğini sağlamak için güç kullanmaya ihtiyacı var. Meşru şiddet tekeli de burada devreye giriyor. Vergi toplama, hapse atma veya askere alma gibi zorlayıcı faaliyetler yalnızca devlet için meşru. Bunları bir başkası yaparsa eşkiya, mafya veya terörist olur. Elbettte devlet bu istisnai hakkı konusunda kıskanç olmak zorunda.
Pratik hayatımızda bunların ötesine geçen bir husus daha var: devletin mecazi anlamı. Nitekim TDK Sözlüğü, yukarıdaki geleneksel tanımın hemen ardından devletin diğer anlamlarını da ekliyor: yüksek makam, mutluluk, baht. Günlük hayatımıza giren devlet kuşu, devlet baba, devlet aklı gibi kavramları hatırlayalım.
TDK Sözlüğü şirket kavramını tek bir kelimeyle ifade etmiş: ortaklık. Nitekim en büyük günah kabul edilen Allah’a şirk (ortak) koşmak da aynı kökten geliyor. Batı dillerindeki durum da benzer: Latince’de ‘birlikte ekmek yemek’ ifadesi eski Fransızca’da ‘arkadaşlar grubu’ anlamını almış ve İngilizce’de ‘birlikte iş yapma’ (Company) anlamına kavuşmuş.
‘Tekel’ olan devlet ile ‘ortaklık’ olan şirket arasında üç temel fark olduğunu söyleyebiliriz: (i) varlık sebepleri, (ii) sahiplikleri; ve (iii) bunların neticesi olarak sorumlulukları.
Varlık sebebi ile başlayalım.
Şirketler için cevap kolay görünüyor: para kazanmak. Nobel ödüllü ekonomist Milton Friedman’ın ifadesiyle: “iş dünyasının işi, iş yapmaktır” (“The business of business is business”). Friedman’a göre bir şirketin yegâne toplumsal sorumluluğu kanunlara ve piyasa kurallarına uyarak kârını artırmaktır. Toplumsal sorunların çözümü devletin ve bireylerin işidir. Sosyal sorumluluk harcamaları, ancak şirketin uzun vadeli kârlılığına hizmet ediyorsa (itibar, müşteri sadakati, çalışan motivasyonu sağlıyorsa) meşrudur.
Son yıllarda buna karşı ileri sürülen ve şirketin sorumluluk alanını genişleten paydaş kapitalizmi, toplumsal sorumluluk projeleri ve çevresel- sosyal- yönetişim (ESG) gibi yaklaşımlar var. Ancak, kâr etmeyen bir şirket için ‘olsun, sosyal sorumluluğumuzu yerine getirdik' diyen hiçbir yönetici, hissedar veya yatırımcı görmedim. Asıl amaç gayet net.
Devletler için varlık sebebi çok daha karmaşık ve asırlardır tartışılan bir mesele. Platon’a göre adil, toplumsal sınıflar arasında uyumlu bir düzen. Öğrencisi Aristo’ya göre iyi yaşam. Makyavel’e göre iktidarın korunması. Hobbes’a göre mutlak otoriteyle güvenliği sağlamak. Locke’a göre bireylerin doğal haklarını (yaşam, özgürlük, mülkiyet) korumak. Hegel için devlet, ‘yaşamın en yüksek formu’; bireylerin özgürlüğünü ve toplumun bütünlüğünü gerçekleştirmek. Marx ve Engels için ise, üretim araçlarına sahip sınıfın baskı aracı; nitekim hedef, sınıfsız toplum ve devletsiz düzen.
Sahiplik ile devam edelim.
Şirketler için cevap yine kolay görünüyor: hissedarlar. Daha geniş bir bakışla, şirketin varlıkları üzerinde ekonomik hakkı olan kredi verenler (banka, alacaklılar) da eklenebilir. Paydaş kapitalizmi ‘sahipliği’ daha da genişleterek müşteriler, tedarikçiler, çalışanlar, ve iş yapılan yerdeki yerel toplulukları da listeye ekliyor. Ancak şirketin satılması veya batması gibi temel kararları ancak hissedarlar ve bazı özel durumda kredi verenler alıyor.
Devletler için cevap yine daha karmaşık ve yıllar içinde hayli değişen bir konu. Modern döneme kadar cevap “ilahi hak doktrini” temelindeydi. Hükümdar halkın değil, Tanrı’nın iradesiyle iktidardaydı: ‘kut’ sahibi hakan, ‘zillullah-i fi'l-arz’ yani Allah’ın yeryüzündeki gölgesi olan sultan, ilahi hakları olan krallar. Devletin sahibi de hükümdardı. Fransa Kralı XIV. Louis “devlet benim” diyerek meseleyi özetlemişti. Fransız İhtilali sonrasında demokrasi ve cumhuriyetin yaygınlaşmasıyla egemenliğin (dolayısıyla devletin) millete ait olduğu kabulü yaygınlaştı. Ancak, II. Dünya Savaşı sonrası dünya düzeni çerçevesinde uluslararası yapıların oluşması yeni bir pencere açtı: Birleşmiş Milletler’in veya Avrupa Birliği’nin egemenlik hakları nereden kaynaklanıyor ve nereye kadar uzanıyor?
Varlık sebebi ve sahiplik, doğal olarak farklı sorumlulukları da beraberinde getiriyor.
Şirketler için yine cevap daha kolay görünüyor: hissedarları için azami değeri yaratmak. Elbette bunu başarmak için diğer paydaşları da memnun etmek şart: devletin kanunlarına uymak, çalışanlara maaş vermek, tedarikçilerine vaktinde ödeme yapmak, banka borcuna sadık kalmak, müşterilerini tatmin etmek… Ancak temel sorumluluk şirketin sahiplerine karşı.
İlk bakışta devletler için de cevap kolay, hatta şirketlerle aynı görünüyor: hissedarları (yani vatandaşları) için azami mutluluk sağlamak. Ancak üç hususu atlamamak gerekiyor. Birincisi azami mutluluk nedir? (cevabı hiç kolay olmayan bir soru!) İkincisi, şirketlerin aksine devletler faaliyetlerini kendileri doğrudan yapmak yerine kanunlar ve düzenlemeler yoluyla işlerin yapılmasını sağlayabilirler. Üçüncüsü, sadece bugünkü hissedarlarına karşı sorumlu olan şirketlerin aksine, devletler gelecek (hatta geçmiş) nesillere karşı da sorumluluk taşımalı. Zira ‘ebed müdded’ olma iddiasındaki devletler ‘sonlu’ değil ‘sonsuz’ bir oyunun aktörleri!
Tüm bu farklılıklar günümüzün karmaşık dünyasında siyah-beyaz yerine grinin tonları halini alıyor. Zira günümüzde devletler şirketleşirken, şirketler de devletleşiyor.
15 Mart 2015 günü Balıkesir Ekonomi Ödülleri töreninde konuşan Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan "Ben bu ülkenin anonim şirket gibi yönetilmesini istiyorum" dedi. Kastettiği iddia, hızlı karar almak ve icraat yapabilmekti. Türkiye’nin bir anonim şirket olarak son on yıllık performansı hakkında çeşitli değerlendirmeler yapılabilir. Ancak şirket gibi yönetme perspektifiyle çok başarılı olmuş ülkeler var.
Mesela ‘küçük ve çevik’ Singapur ve Dubai. Sınırlı doğal kaynağa sahip küçük coğrafyalar; vizyoner liderler, güçlü bir devket kapasitesi ve özel sektör mantığıyla yönetilen kamu kurumları sayesinde küresel başarı hikâyeleri yarattılar.
Mesela ‘dünyanın yeni devi’ Çin. 1978’deki ekonomik açılım sonrası yıllık ortalama yüzde 7 büyüdü (10 yılda bir kendini ikiye katladı), dünya ekonomisindeki payını 10 kat artırdı. Bunu devlet kapitalizmi, iç pazarda kıyıcı bir rekabet ve net performans kriterlerine tabi tutulan kamu yöneticileri ile başardı.
Nitekim bir işadamı olan Başkan Donald Trump Amerikası da bu örneklere imreniyor. Hatta Grönland’ı satın alma planı, Panama kanalına ortak olma talebi ve Zengezur koridorunu (Trump Barış Rotası) bir şirketle işletmek buna birkaç jeopolitik örnek.
Devletlerin şirketleşmesini iki açıdan ele alabiliriz: iş yapma şekli ve faaliyet alanları.
İş yapma şekli konusunda geniş bir yelpaze var. Mesela Singapur’da kamu görevlilerine özel sektördeki kadar yüksek ücret veriliyor. Böylece yetenekli insanlar devlet için çalışmayı cazip bulur ve yolsuzluğun önüne geçilmeye çalışılıyor.
Mesela, 2 trilyon dolarlık varlığı yöneten Norveç ülke fonu kamuya ait olmasına rağmen özel sektörün mantığıyla işliyor. Fon yöneticileri devlet memuru değil, uluslararası yatırım dünyasından gelen profesyonel portföy yöneticileridir. Ancak, fonun nasıl yatırım yapacağına dair Norveç Parlamentosu’nun belirlediği net prensipler var (çocuk işçi çalıştıran, ağır çevre ihlali yapan veya silah üreten şirketlere yatırım yapılmıyor).
Tabii bu yaklaşımı daha da ileri taşımak isteyenler var. Mevcut ABD yönetiminin de yakından takip ettiği söylenen kanaat önderi “ABD’ye bir CEO lazım” diyor. Ülkenin temel sorununu dağınık ve hesap vermez bir bürokrasi olarak gören Yarvin’e göre ABD bugünkü haliyle bir anonim şirket gibi ama milyonlarca küçük hissedarı (seçmen) ve sürekli birbirini engelleyen yöneticileri var. Bu da ülkeyi kımıldayamaz hale getiriyor. Önerdiği çözüm ise bir şirket nasıl CEO’ya tam yetki veriyorsa, devletin de aynı şekilde tek bir kişiye geniş yürütme yetkileri vermesi. Bu kişi, hissedarlar (yani halk) tarafından seçilebilir ama görev süresince bürokrasiyi dağıtma, yeniden kurma ve yönetme konusunda neredeyse mutlak güç sahibi olmalı. İşler yolunda gitmezse ne olacağı kısmı muğlak kalıyor.
Faaliyet alanları daha da geniş bir konu. Üç kavram etrafında konuşalım: dirijizm, kamu girişimciliği ve katalizör devlet.
Dirijizm Fransızca diriger (yönlendirmek, yönetmek) fiiline dayanan bir kavram. Ekonomik hayatın devlet tarafından güçlü biçimde yönlendirilmesini savunan bir anlayış. Piyasanın kendi haline bırakılmasına karşıdır; devlet stratejik sektörlere doğrudan müdahale eder, yatırım kararlarını yönlendirir, sanayi politikaları belirler. Uzun vadeli kalkınma planları; stratejik sektörlerde (enerji, ulaştırma, telekom) kamu kontrolü; devlet bankaları, teşvik ve sübvansiyonlar; ve yerli sanayiyi dış rekabete karşı koruma gibi özellikleri vardır.
Bu ifadeler tanıdık geldi, değil mi? Zira Asya kalkınmasıyla (Japonya, Güney Kore, Çin) anılan bu faaliyetler artık Batı dünyasında da yaygınlaşıyor: Trump yönetiminin gümrük vergileri ve teknoloji şirketlerine ortaklıkları (Intel’e 9 milyar dolarlık yatırım yapmak, Nippon Steel U.S. Steel'in satın alırken altın hisse almak), Avrupa Birliği’nin stratejik teknoloji fonları ve İngiltere’nin sanayi politikası.
Kamu girişimciliği, İtalyan ekonomist Mariana Mazzucato’nun Girişimci Devlet (Entrepreneurial State) yaklaşımı ile gündeme geldi. Ana tez şöyle özetlenebilir: Bottom of FormYenilik ve büyük teknolojik atılımlar sadece özel sektörün risk almasıyla değil, çoğu zaman devletin aktif ve öncü rolüyle mümkün olur. Mesela, İnternet, GPS, dokunmatik ekran gibi teknolojiler ilk aşamada ABD devletinin (özellikle savunma ve NASA projelerinin) fonlarıyla geliştirildi. Apple’ın iPhone’u, içindeki temel teknolojiler (internet, Siri, GPS, mikroçipler) devlet destekli araştırmalara dayanır. Bu yüzden Devlet yalnızca düzenleyici veya piyasa başarısızlıklarını düzelten değil, aynı zamanda risk alan, yatırım yapan ve yön veren girişimci bir aktördür.
Teknolojik devrimin hızlanmasıyla taraftar bulan bu yaklaşımı aslında on yıllardır uygulayanlar var. Mesela, Singapur’da Başbakan Lee Kuan Yew ve halefleri liman işletmeciliği, biyoteknoloji, finansal teknoloji gibi alanlarda özel sektörle iç içe yatırım teşvikleri ve kümelenme stratejileri uygulandı.Dubai’de ise “petrol bitecek ama liman hep kalacak” diyerek Jebel Ali Limanını kuran Emir Şeyh Rashid bin Saeed al-Maktoum ve marka şehir/ ülke stratejisi izleyen halefi Şeyh Mohammed bin Rashid al-Maktoum bir bölgesel finans, turizm ve lojistik merkezi yarattı.
Katalizör devlet kavramını 16 Mart 2023’de İzmir İktisat Kongresindeki Yeninin Yürüyüşü konuşmamda anlatmıştım:
“İcraatları sorgulanamaz Tanrı devletin 21. yüzyılda yeri yok. Her şeye karışan, bazen seven bazen döven, baba devletin de yeri yok. Ahbap-çavuş ilişkilerinde boğulan, herkese istihdam sunan, girişimciye rakip çıkan işletmeci devletin de yeri yok. Kağıt, mühür, imza ile ayak bağı olan devletin zaten yeri yok. Ama kalkınmayı boş veren, rekabetin kurallarını koymayan, tüketiciyi korumayan devletin de 21. yüzyılda yeri yok. Yeni devlet şeffaf işler, ve hesap verir. Kural koyar ve işletir. Hür teşebbüsün önünü açar ve geride kalan vatandaşlarına rasyonel şekilde destek olur. Tek bir kavramla ifade etmem gerekirse, yeni devlet eşittir katalizör devlet.”
Devletlerin şirketleşmesi meselesi üç ana soruyu beraberinde getiriyor. Birincisi, devletin aktif ekonomik oyuncu olması kamu zararına, iktisadi verimsizliğe ve açık toplumu baskılamasına yol açmaz mı? İkincisi, dört senelik seçim döngüsüyle hareket eden ve doğal olarak seçmenlerinin taleplerini karşılamaya mecbur olan siyasetçiler daha uzun vadeli ve belli prensiplere dayanan programları nasıl uygulayabilir? Bunlara muhtemel bir cevap iyi yönetişim prensiplerini (öngörülebilirlik, şeffaflık, hesap verebilirlik) uygulamak olabilir. Ancak bu yanıt bizi üçüncü soruya getirir: kuralları ve kurumları tam oturmamış, gelir seviyesi henüz yükselmemiş ülkelerde bunları gerçekleştirmek ne kadar mümkün? Mesela, Norveç’in doğalgazdan edindiği 2 trilyon dolar kaynağı gelecek nesiller için bir ülke fonunda biriktirken gösterdiği dirayeti kaç toplum gösterebilir? Yahut İsviçre’de her yetişkin vatandaşa koşulsuz aylık 2 bin 500 İsviçre frangı (128 bin TL) verilmesinin referandumda yüzde 77 ile reddedilmesi başka ülkelerde ne kadar mümkün?
1600 yılının son gününde kurulan East India Company (Doğu Hindistan Şirketi) afyon, pamuk, ipek, çivit boyası, tuz ve çay gibi ürünlerin ticaretini yapıyordu. Şirket hisselerinin tamamı tüccarlara ve asilzadelere aitti. Hükümetin hiç hissesi yoktur ve şirket üzerinde ancak dolaylı kontrole sahipti.
Ancak olaylar öyle gelişti ki, 150 yıl sonra şirket ordu ve donanmasını kurmuş, hukuk düzenini oluşturmuş, vergi toplamaya başlamış, hatta diplomatik temsilcilikler açmıştı. Hindistan’ın önemli bir kısmını bir şirket yönetiyordu. Şirketin devlet olma macerası bir asır kadar sürdü. 1857 Ayaklanmasının ardından Britanya hükümeti Hindistan’ın yönetimini devraldı. 15 yıl sonra da şirket feshedildi.
Günümüzde tarih birebir tekerrür etmese bile kendini hatırlatıyor. Özellikle dev teknoloji şirketleri (Big Tech) değişimin hızı, kabiliyetlerinin yüksekliği, işlerinin küreselliği ve büyüklükleri sayesinde adım adım devletlerin geleneksel alanlarına giriyorlar. Şirketlerin odağını genişletmeye yönelik toplumsal sorumluluk projeleri ve çevresel- sosyal- yönetişim (ESG) gibi yaklaşımlar da şirketleri siyasi/ kamusal aktör olmaya teşvik ediyor.
Beş temel egemenlik alanı etrafında meseleyi somutlaştıralım.
Güvenlik. East India Company kendi ordusunu kurmuştu. Ülkemizde de Düyûn-u Umumiye İdaresi’ne bağlı Tütün Rejisi’ne (tekel) silahlı kuvvet oluşturma hakkı verilmişti. 1900 yılında sayıları 6.500’ün bulan bu ‘kolcular’la çıkan çatışmalarda en az 20 bin vatandaşımızın öldüğü tahmin ediliyor. Günümüzde Rusya ile savaşta olan Ukrayna’nın internet iletişimi özel bir şirket olan SpaceX’e bağlı. Hatta firmanın sahibi Elon Musk Ukrayna'nın Kırım’da Rusya donanmasına yönelik planladığı saldırıyı engelledi. Musk bile durumu ‘Bir özel şirketin böyle bir şey yapıyor olması aslında tuhaf.’ diye yorumladı.
Hukuk. East India Company mahkemeler kurdu, hukuki düzeni fiilen belirledi. Bugün de büyük teknoloji şirketlerinin platform kuralları bir anlamda kanunların yerini alıyor, onları küresel ölçekte yasa koyucu haline getiriyor. Apple App Store veya Google Play hangi uygulamanın erişilebilir olduğuna karar vererek bir tür ticaret lisansı dağıtıyor. Meta’nın içerik moderasyon kuralları, ifade özgürlüğü sınırlarını belirliyor.
Blokzincir bunların da ötesine geçiyor. Kripto ekosisteminde akıllı kontratlar ve merkeziyetsiz otonom organizasyonlar (DAO) klasik mahkemelere gerek kalmadan anlaşmazlıkları çözebiliyor. “In code we trust” ifadesi, yani geleneksel hukuk sistemi yerine yazılıma duyulan güven her şeyi özetliyor. Zaten code kelimesinin kanun anlamına da geliyor olması manidar!
Eski Google CEO’su Eric Schmidt daha temel bir hususu vurguluyor: “İnternet, insanlığın inşa ettiği ama tam olarak anlamadığı ilk şey; bugüne kadar gördüğümüz en büyük anarşi deneyi.”
Para basma. East India Company kendi parasını basmıştı. Meta da Mark Zuckerberg’in “Milyarlarca insanı güçlendirecek küresel bir finansal altyapı kuruyoruz” iddiasıyla Libra isimli küresel bir para yaratmaya kalkıştı. Ancak ABD ve AB’nin tepkisi sonrasında projeden vazgeçti. Apple Pay, Google Pay gibi ödeme sistemleri, ulusal para birimlerinin üzerinde bir katman gibi çalışıyor. Kripto paralar zaten devletsiz olma iddiası taşıyor. Ünlü teknoloji girişimcisi Peter Thiel’in dediği gibi: “Bitcoin, bir hükümet tarafından kontrol edilmeyen ilk para birimidir.”
Diplomasi. East India Company yabancı devletlerle antlaşmalar yapmıştı. Bugün de şirketler, uluslararası politika aktörü haline geliyor. Microsoft CEO’su Satya Nadella internette sivilleri korumak için Dijital Cenevre Sözleşmesi çağrısı yapıyor. Danimarka Silikon Vadisi nezdinde büyükelçi atıyor.
Kritik altyapı. East India Company ticareti sürdürmek için limanlar, yollar, depolar inşa etmiş ve yönetmişti. Günümüzün en büyük ticari emtiası ise veri. Nitekim büyük teknoloji şirketleri (Amazon Web Services, Microsoft Azure, Google Cloud) bulut bilişim hizmeti sunuyorlar. Ancak bunun ötesinde, uydudan internet (Elon Musk’a ait StarLink, Amazon’a ait Project Kuiper) ve fiberoptik kablo ağları ile kritik fiziksel dijital altyapı da kuruyorlar.
Sosyal medyadan banka transferlerine, kişisel mesajlaşmadan telefon görüşmelerine kadar dünyadaki internet ve iletişimin neredeyse tamamını 1.5 milyon kilometrelik denizaltı kabloları sağlıyor. Google, Amazon ve Meta gibi teknoloji devleri yeni denizaltı kablo hatları inşa ediyorlar. Mesela Meta, şimdiye kadar tasarlanmış en büyük deniz altı kablo ağı projesini başlattı: 52.000 km uzunluğundaki Project Waterworth.
Şirketlerin devletleşmesi üç ana soruyu beraberinde getiriyor. Birincisi, devletler egemenlik hakları konusunda ne kadar paylaşımcı veya ne kadar kıskanç olacaklar? Meta’nın küresel rezerv para denemesine gelen tepki, artan kripto para düzenlemeleri ve büyük teknoloji şirketlerine yönelen eleştiriler basıncın arttığına işaret. Donald Trump’ın ikinci başkanlık dönemi, ABD hükümeti ile büyük teknoloji şirketleri arasında görev alanlarının devlet lehine netleştiği ama şirketlere de ticari avantajlar sunan bir işbirliğinin önünü açabilir. İkincisi, herhagi bir demokratik temsil gücü olmayan şirketler temel meseleler konusunda ne kadar söz sahibi olacaklar? Tüketicinin bazen bilinçsiz bazen de adeta mecburi onayı yeterli meşruiyeti sağlayacak mı? Üçüncüsü, özellikle gelişmekte olan ülkelerde, Big Tech şirketleri özgürlük havarisi veya ifade hürriyeti garantörü olarak gören kişiler ne zaman onların ana amacının hissedarlarına azami kazanç sağlamak olduğunu anlayacaklar?
Aslında tüm bunlar, devlet ile şirket arasındaki üç temel farkta düğümleniyor: (i) varlık sebepleri, (ii) sahiplikleri; ve (iii) bunların neticesi olarak sorumlulukları.
Devletlerin şirketleşmesinin de, şirketlerin devletleşmesinin de süreceğini öngörebiliriz. Zira yaşadığımız dünya East India Company’nin kapanışında olduğu gibi “devlet geldi, şirketin görevi bitti” anı yaşamayacak kadar karmaşı bir halde. Ancak 2000 ve 2010’larda şirketler lehine genişleyen sahada artık devletler daha fazla kontrol sahibi. ABD Kongresi’nde Big Tech’e olan tepki, AB’nin düzenlemeleri ve Çin’de bazı işadamlarının uyarılması bu durumun örnekleri.
Rollerin karmaşıklaştığı bu ortamda ne yapılabilir?
Birincisi, devlet kapasitesini geliştirmeliyiz. ABD Senatosu’nda yaptığım bir konuşmadan sonra bir dinleyici “çok daha fazla para veren şirketlerle akıllıca müzakere edebilecek yetenekleri cezbedemiyoruz” dedi. Çok haklıydı. Akıllı regülasyonlar yapan, etkin vergilendirme politikaları belirleyen, orta-uzun vadeli stratejiler üzerinde çalışan ve ciddi ekonomik büyüklükleri yöneten bir devlet için kapasite geliştirmek temel bir mesele.
İkincisi, şirketler kamunun ne yaptığını çok daha iyi takip etmeli ve iletişim kurabilmeli. Zira devlet artık sadece düzenleyici-denetleyici değil, bazen ortağınız, bazen rakibiniz, bazen finansörünüz. Bunun yolu da her iki dünyayı bilen kişilerle çalışmak. Aynı şey devlet açısından baktığımızda da geçerli.
Üçüncüsü, bireyi üç tehdide karşı aynı anda korumalıyız. Baskıcı hükümetlerin tekno-otokrasisine de, Big Tech’in tekeline de, hakikat kavramını da insan haysiyetini de çiğneyen dijital anarşiye karşı da durabilen mekanizmalar kurmalıyız.
Dördüncü ve son olarak, yeni bir kamusallık tarifi yapmalıyız. Günlük kullanımda kamu kavramını sıklıkla devlet ile karıştırıyoruz. Ancak tarihsel şablonlara takılıp yeni dünyanın çözümlerini devlet-özel sektör ikilemine sıkıştırırsak meselenin büyüklüğünü ıskalarız.
Bu yazı ilginizi çektiyse, konuyla ilgili bazı yazılarım:
Yeninin Yürüyüşü (İzmir İktisat Kongresi konuşması) https://benimpencerem.com/yeninin-yuruyusu-vizyon-irade-icraat/
Devlet Aklı mı, Devlet Kapasitesi mi?
https://daktilo1984.com/yazilar/devlet-akli-mi-devlet-kapasitesi-mi/
Artificial Intelligence and Middle Powers: Navigating Sovereignty, Opportunity, and Risk
Yeni Kamusallık

© 2025 Scrolli. Tüm Hakları Saklıdır. Scrolli Medya A.Ş
