0
1
2
3
4
5
6
7
8
9
0
0
1
2
3
4
5
6
7
8
9
0
0
1
2
3
4
5
6
7
8
9
0
%

Almanya’da Merz dönemi: İstikrar mı inat mı?

Elif Menderes

Yeni Şansölye’nin ilk iki ayı, vaatlerin değil çatışmaların öne çıktığı bir dönem oldu.

Almanya'da siyasetin yönü yeniden tartışılıyor.

Geçmişin ruhu yeni dönemi bıraktı mı?

Friedrich Merz’in şansölye olması, sadece bir görev değişikliğinden ibaret değil. Bu, CDU’nun Merkel sonrası “yeni ama eski” bir kimlik arayışına verdiği sert bir yanıttı. Merz, 2000’lerin başındaki katı mali disiplin, göçmen karşıtı refleksler ve klasik transatlantikçiliği yeniden sahneye taşıyor. Bu da Almanya’da merkez sağın daha ideolojik, daha müdahaleci ve daha kuralcı bir zemine kaydığına işaret ediyor. İlk iki ay biterken istikrar bekleyen kamuoyunun karşısına çıkan tablo başka bir şeyi daha işaret ediyor: daha az kapsayıcı, daha çok kutuplaştıran, hukuki sınırları zorlayan kararlar ve söylemler. Sadece göç politikalarında değil, ekonomik teşvik paketlerinden Avrupa içi diplomasiye kadar birçok başlıkta Merz’in söylemi, “tek” seslilik yerine “sert” seslilik getirmiş gibi

Angela Merkel döneminde CDU daha merkezde duran, koalisyonları dengeleyen ve Avrupa’nın iç bütünlüğünü önceleyen bir aktördü. Merkel, mülteci krizinde “Wir schaffen das (Bunu başarabiliriz)” diyerek insani bir liderlik örneği göstermişti. Bugün ise Merz, “Almanya’nın sınırları vardır” gibi ifadelerle hem göçmenleri hem de siyasi yelpazenin solundaki kesimleri hedef alıyor.

Bu da özellikle göçmen, kadın, genç ve LGBTİ+ seçmenler açısından CDU’yu yeniden mesafeli hale getiriyor.

SPD ise bu dönüşüm karşısında bir savunma refleksi geliştirebilmiş değil. Sosyal adalet, eşit yurttaşlık ve AB değerleri gibi temel politikalar, Merz’in sağ popülizme göz kırpan çizgisiyle her gün biraz daha geriliyor. Parti içinde bu duruma tepki gösteren gruplar olsa da, bir nevi koalisyonu sürdürme zorunluluğu beraberinde sessizliği de getiriyor. Bu da seçmen nezdinde bir kimliksizlik hissi yaratıyor. Son anketlere göre SPD %14 bandında.

Benzer şekilde Yeşiller Partisi de önceki yıllarda sahip olduğu pozisyonunu kaybediyor. İklim krizine dair toplumsal hassasiyet hâlâ yüksek olsa da, enerji dönüşümündeki yavaşlık, konut krizi ve toplu taşımadaki geçmiş başarısızlıklar partinin performansını gölgede bıraktı. Özellikle genç seçmenlerde hayal kırıklığı hissediliyor.

FDP ise liberal bir merkez inşa etme iddiasıyla başladığı serüvende, bugün baraj altında. Merz’in sağa çektiği ekonomik söyleme eklemlenemeyen FDP’nin, geçmiş koalisyonun içindeki her kilit dosyada blokaj mekanizması gibi davranması, yaratıcı çözüm üretmeyen bir aktör olarak konumlanmasına neden oldu.

Almanya’nın demokratik sınırlarını zorlayan en önemli gelişmelerden biri ise AfD’nin yükselişi. Anayasa Koruma Dairesi’nin partiye yönelik “aşırı sağ” tespiti, siyasetin sınırlarını yeniden çiziyor. Ancak Merz’in kimi açıklamalarında “kültürel uyumsuzluk”, “geleneksel Alman değerleri” gibi AfD ile örtüşen söylemleri kaygı verici. Bu durum, bazı eyaletlerde AfD’ye kayan oyları geri çekme stratejisi olarak sunulsa da, CDU’nun çizgisel sınırlarını bulanıklaştırıyor ve aynı zamanda liberal demokratik zeminin kayganlaşmasına neden oluyor. Bu aşırı sağın meşruiyet kazanmasına zemin hazırlayabilir. Uzun vadede bu stratejinin CDU’ya mı yoksa AfD’ye mi kazandıracağı ise hâlâ belirsiz. Bir yanda Merz’in ideolojik sağa yakınlaşan CDU’su, diğer yanda hâlâ %23 bandında seyreden sistem karşıtı AfD. Aradaki boşluğu doldurabilecek, güven veren, toplumsal dönüşümü eşitlikçi bir zemine taşıyabilecek bir siyasi güç ise henüz görünmüyor

Transatlantik ilişkilerde sessiz uyum

Merz’in 5 Haziran’da ABD Başkanı Donald Trump ile gerçekleştirdiği Oval Ofis görüşmesi, Avrupa basınında yumuşak geçiş olarak yorumlandı. Trump’ın selefi Scholz’a karşı genellikle mesafeli ve eleştirel olduğu düşünüldüğünde, Merz’in Beyaz Saray’da gösterdiği uyumlu ve çatışmasız profil dikkat çekiciydi. Özellikle Almanya’nın otomobil ihracatı konusundaki gümrük vergileri baskısına karşı Merz’in sessiz kalması yer yer eleştirildi.

Bu görüşme Almanya’nın dış politikadaki ağırlığının değiştiği yönünde bir izlenim yarattı. NATO'nun geleceği, Avrupa'nın savunma özerkliği, Almanya’nın Ukrayna’ya vereceği uzun vadeli destek gibi hayati dosyaların kamuoyuna açık biçimde ele alınmaması da bu izlenimi pekiştirdi. Trump’ın NATO’dan çıkma yönündeki tehditlerine karşı açık bir tepki gösterilmemesi, transatlantik ittifakta Almanya'nın öncülüğünün azaldığını yönelik eleştirileri haklı çıkarır yönde.

Ayrıca, Avrupa medyasının önemli bir kısmı, geçmişteki eleştirel tonuna kıyasla bu görüşmeye daha mesafesiz ve yorumdan arınmış bir yaklaşım sergiledi. Bu durum, Almanya’da yeni dönemde medya ve hükümet ilişkilerinin daha kontrollü ve daha az çoğulcu bir çizgiye kayabileceğine yönelik kaygıları taşıyor.

Ayrıca görüşmeden sonraki günlerde, Almanya’nın NATO’nun %2 hedefinin ötesine geçerek savunma harcamalarını %5’e çıkarmaya sıcak bakması, Berlin’in ABD ile güvenlik ekseninde uyumlu bir pozisyona kaydığını gösteriyor. Alman Savunma Bakanlığı’na bağlı satın alma ajansının, artık üretici ülke fark etmeksizin hızlı teslimat yapan şirketlere öncelik vereceğini açıklaması da, Almanya’nın savunma sanayisinde pragmatizme dayalı yeni bir döneme girdiğine işaret ediyor. Bu da transatlantik uyumun sadece diplomatik değil, operasyonel düzeyde de pekiştirildiğini gösteriyor

Avrupa’da Tatlı Sürtüşme

Avrupa’da ise Merz’in liderliğindeki Almanya’nın tutumu, sınır güvenliği politikalarıyla sınanıyor. Özellikle Fransa, Polonya ve İtalya ile yaşanan sınır geçişi gerginlikleri, Almanya’nın Schengen rejimi içindeki güvenilirlik profilini zedeliyor. İçişleri Bakanı Alexander Dobrindt’in aldığı geçici sınır kapatmaları, mülteci geri çevirme politikaları ve yoğun kontroller gibi sert önlemler sadece teknik uygulamalar değil; gerilim yaratan kararlar haline geldi. Berlin İdare Mahkemesi’nin bu uygulamaların bir kısmını AB hukukuna aykırı bularak kısmen iptal etmesi, Almanya’nın hukuk devleti ilkesine sadakati konusunda da tartışma başlattı. Mahkeme kararında, göçmenlerin bireysel iltica başvurusunda bulunma hakkına doğrudan aykırılık vurgulandı. Bu gelişme, sadece iç hukuk açısından değil, Almanya’nın AB içindeki normatif liderlik rolü açısından da bir kırılma.

Koalisyon ortağı SPD’nin içinden gelen hukukun üstünlüğü zarar görüyor çıkışları, bu meselede sadece teknik değil siyasal bir fay hattı oluştuğunu gösteriyor. SPD'nin merkez sol değerlerle olan tarihsel bağı, bu sınır politikaları karşısında zedelenirken; CDU ise güvenlik kartını oynayarak AfD tabanına yakınlaşma stratejisini sürdürüyor gibi görünüyor. Bu sertleşme, aynı zamanda Avrupa'nın entegrasyon sürecine dair bir sınav. Merz hükümeti, AB’ye bağlı ama daha çok ulusal çıkarları önceleyen bir çizgiye yaklaşıyor. Bu da Almanya’nın bugüne kadar sürdürdüğü birleştirici Avrupa gücü imajına zarar veriyor. Almanya’nın bu yeni konumunun, özellikle Macron’un Avrupa stratejik özerkliği vizyonuyla nasıl çakışacağı önümüzdeki dönemin belirleyici sorularından biri olacak

Türkiye’den bakıldığında: Almanya nereye gidiyor?

Türkiye kökenli göçmenler açısından Merz dönemi, daha fazla sınır güvenliği, daha az entegrasyon politikası ve daha çok uyum testine odaklı bir yaklaşım getiriyor. CDU’nun “kültürel uyum” ve “Alman değerlerine bağlılık” söylemini sıkça öne çıkarması, Almanya'daki Türk diasporasının bir kısmında dışlayıcı bir gelecek algısına yol açıyor. Burada ana hedef entegrasyon olsa da göçmenleri sürekli bir sınavdan geçiren söylem, eşit yurttaşlık ilkesini aşındıran bir denetim mekanizmasına dönüşme riskini taşıyor.

Dış politikada da tablo farklı değil. Geçtiğimiz haftalarda Dışişleri Bakanlığı nezdinde Devlet Bakanı Serap Güler’in Türkiye ziyareti, sembolik düzeyde bazı pozitif mesajlar taşısa da bu ziyaretin ötesine geçen kurumsal ve stratejik bir vizyon hâlâ görünür değil. Türkiye-Almanya ilişkileri şu anda ağırlıklı olarak enerji tedariki, göçmen anlaşmaları ve teknik iş birlikleri gibi konulara indirgenmiş durumda. Merz hükümeti, göç akışını kontrol etme konusunda Türkiye'yi bir partner olarak görüyor ancak demokrasi, hukuk devleti veya Gümrük Birliği gibi daha uzun vadeli stratejik başlıklarda net bir açılım göstermiyor.

Bu hem Almanya’daki Türk diasporasi için hem de Ankara-Berlin hattındaki diplomasi için sessiz ama sınırları daha keskin bir dönem. Bu dar bakış açısı, Merz Almanyası’nın Türkiye açısından pragmatik ama soğuk bir ortaklığa dönüşme riskini işaret ediyor. Ne duygusal bağlar güçleniyor ne de stratejik ortaklık derinleşiyor.

Diyalog sürüyor ama ilişkilerde vizyon eksik. Almanya’daki bu yeni dönem, sadece iç politika için değil, Avrupa’nın geleceği ve Türkiye ile ilişkiler açısından da kritik soruları beraberinde getiriyor: Merz, Almanya’nın ruhunu mı yeniliyor, yoksa geçmişin hayaletlerini mi diriltiyor?