0
1
2
3
4
5
6
7
8
9
0
0
1
2
3
4
5
6
7
8
9
0
0
1
2
3
4
5
6
7
8
9
0
%

Almanya’da merkez siyaset mi kırılgan, yoksa kenarlar mı sert?

Elif Güney Menderes

“Gemiyi batıran genellikle fırtına değil, içeri giren sudur.” derler. Bu anonim söz, Almanya’nın 2025’te yaşadığı siyasal türbülansı en iyi özetleyen metafor olabilir. Avrupa’nın en köklü parlamenter demokrasilerinden biri olarak görülen Almanya, Şubat 2025’te yapılan erken genel seçimlerin ardından sadece bir hükümet değil, aynı zamanda siyasi temsilin, merkez siyaset reflekslerinin ve toplumsal güvenin yeniden inşasını tartışmak zorunda kaldı.

Friedrich Merz, yaklaşık yirmi yıllık bir aradan sonra aktif siyasete döndüğünde, hedefi netti: Almanya şansölyeliği. 2022’de CDU Genel Başkanlığı’na gelen Merz, ekonomik liberalizm ve muhafazakâr değerlerle öne çıktı.

Ancak 6 Mayıs 2025’te Federal Meclis’te yapılan başbakanlık seçimlerinde ilk turda oylamada çoğunluğu sağlayamayarak Almanya tarihinde bir ilke imza attı: İlk turda başbakan seçilemeyen şansölye adayı olarak tarihe geçti.

Bu, Weimar sonrası Almanya tarihinde bir ilk. CDU/CSU ile SPD toplamda 328 sandalye kazanmışken Merz yalnızca 310 oy aldı. Aynı gün yapılan ikinci turda 325 oyla başbakan seçildi.

Bu sonuç, sadece Merz’in parti içindeki otoritesini değil, kurulan büyük koalisyonun hassas dengesini de sorgulattı. Almanya gibi kriz yönetimi refleksi güçlü bir sistemde bile, temsiliyetin sembolik zemininde yaşanan bu çatlak dikkat çekiciydi. Merz, koltuğu aldı ama liderliği henüz pekiştirmiş değil.

AfD'nin Sessiz Yürüyüşü

Seçimlerin en çarpıcı sonucu, radikal sağ Almanya için Alternatif (AfD) partisinin %20,8 oy oranıyla ülkenin ikinci büyük partisi hâline gelmesiydi. Bu yükseliş, protesto oylarının ötesine geçmiş durumda. AfD artık pek çok bölgede, özellikle Doğu Almanya’da, kurumsal siyasetin karşısında değil; onun içinde bir alternatif olarak konumlanıyor.

AfD’nin başarısının arkasında sadece göçmen karşıtlığı değil, aynı zamanda sosyal devletin daralması ve temsil krizleri yatıyor. AfD’nin 2025 seçimlerinde dikkat çeken yeni bir stratejisi ise Türk kökenli seçmenlere yönelik Türkçe kampanyalar yürütmesi oldu. AfD, sosyal medya ve dijital kanallar üzerinden hazırladığı Türkçe videolar, broşürler ve mesajlarla, doğrudan diaspora seçmenini hedef aldı. Bu adım, AfD’nin merkezle bağ kurmuş azınlıkları da etkileme çabasına girdiğini gösteriyor. Ancak Türkiye kökenli seçmenlerin AfD’ye olan desteği hâlâ oldukça düşük. 

Koalisyonun programı: Ekonomi, Güvenlik, Dijitalleşme

“Almanya için Sorumluluk – Verantwortung für Deutschland” başlıklı 146 sayfalık koalisyon protokolü, altı temel başlıkta reform vaatleri içeriyor:

Ekonomide, %1’in üzerinde büyüme, kurumlar vergisinin 2028’e dek %10’a düşürülmesi, elektrikli araç sübvansiyonları ve yatırımlarda vergi avantajları hedefleniyor.

Göç politikasında, sınır kontrolleri artırılıyor; iltica başvuruları sınırlarda değerlendirilecek, ağır suç işleyen göçmenler sınır dışı edilecek. SPD ise tüm bu adımların AB normlarına uygun yürütülmesinde ısrarcı.

Savunmada, gönüllü askerlik (İsveç modeli) yeniden gündeme geliyor, NATO ile entegrasyon derinleştiriliyor, Ukrayna’ya destek sürecek.

Dijitalleşme, yeni bir bakanlık düzeyine taşındı; devlet hizmetleri, hasta dosyaları ve vergi sisteminde dijital reformlar planlanıyor.

Enerji politikası, yenilenebilir kaynakların artırılmasını, elektrik vergisinin Avrupa düzeyine çekilmesini ve altyapı için özel fonlar oluşturulmasını öngörüyor.

SPD, seçimdeki kötü performansa rağmen Maliye Bakanı ve Başbakan Yardımcısı pozisyonlarını alarak koalisyonda stratejik ağırlık kazanmış durumda.

Türkiye ile ilişkiler: Eleştirel temas, kontrollü diyalog

Koalisyon protokolü, Türkiye’ye dair eleştirel bir realizm çerçevesi çiziyor. AB üyelik sürecinde ilerleme beklenmiyor, yeni fasıllar açılmayacak. Gümrük Birliği modernizasyonu ve vize serbestisi gibi başlıklar, açıkça “demokratik reformlara bağlılık” şartına bağlanıyor.

Buna karşın enerji güvenliği, göç yönetimi ve NATO işbirliği gibi alanlarda temaslar sürecek. Dışişleri Bakanlığı’na bağlı Devlet Bakanı olarak atanan Türkiye kökenli CDU'lu siyasetçi Serap Güler, Berlin ile Ankara arasında özellikle sivil toplum ve kültürel diplomasi alanlarında yeni bir kanal açabilir.

Öte yandan, SPD’li Savunma Bakanı Boris Pistorius ve Dışişleri Bakanı Johann Wadephul gibi isimler, Türkiye’ye eleştirel ama stratejik yaklaşımı benimseyen figürler olarak öne çıkıyor. Almanya, bir yandan Erdoğan hükümetine mesafe koyarken, diğer yandan sahadaki çıkar dosyalarını ayrıştırmaya çalışıyor.

Türkiye kökenli seçmen: Kimlikten gerçekliğe

Almanya’daki 3 milyona yakın Türkiye kökenli insanın yaklaşık yarısı Alman vatandaşlığına sahip ve oy kullanma hakkına sahip. Geçmişte SPD ve Yeşiller’e yönelen bu seçmen grubunun, 2025 seçimlerinde oy tercihi daha da çeşitlenmiş görünüyor.

Bu grup, Almanya’daki temsil krizine karşılık ararken, yalnızca kimliksel yakınlıkla değil; sosyal politika, ekonomi ve entegrasyon performansına göre karar veriyor. Bu yönüyle Türkiye kökenli seçmenler, yalnızca “azınlık” değil, aynı zamanda “gerçeklik temelli” bir siyasi aktöre dönüşüyor.

Demokratik merkez ne yapmalı?

Yeni hükümetin önündeki en büyük sınav, sadece radikal sağın yükselişine direnmek değil; bu yükselişe neden olan toplumsal temsilsizlik, ekonomik güvencesizlik ve kültürel kopuşlara kalıcı cevaplar üretebilmek. Demokrasi, yalnızca çoğunlukla değil; güvenle, duygusal bağla ve tahayyülle ayakta durur.

Bugün merkez siyasetin ayakta kalabilmesi, güvenlik söylemiyle değil, temsil hissini yeniden tesis edecek ve toplumsal çoğulculuğu sahiplenen bir dil üretmesiyle mümkün. Umut burada lüks değil; siyasal bir sorumluluk.

Almanya’nın yeni koalisyonu, bu umudu taşıyabilecek mi? Yoksa merkez bir kez daha, dışarıdan değil, içeriden aldığı hasarla mı çözülecek? Bu, önümüzdeki dönem, sadece Almanya’nın değil; Avrupa’daki tüm demokrasilerin yönü için belirleyici olacak.