Boğaziçi Üniversitesi, bir dönüm noktasına daha yaklaşıyor. 2021’den bu yana süregelen kayyum rektör atamaları, akademik özerkliğe yönelik müdahaleler ve öğrencilerle yönetim arasındaki kopukluk, üniversitenin kimliğinde derin yaralar açtı. Yeni dönemde rektörlük için aday olan isimlerden biri de Prof. Dr. Cem Say. Bilgisayar bilimleri alanında Türkiye’nin öncü akademisyenlerinden biri olan Say, aynı zamanda kamuoyunda özgür akademi ve bilimsel özerklik savunusuyla da tanınıyor.
Kendisini bu kritik dönemde aday olmaya iten nedenleri, üniversitenin yaşadığı tahribatı ve geleceğe dair tahayyülünü açık yüreklilikle anlattı.
Açıkçası işler yolunda gitseydi ben aday olmazdım. Rektörlük öyle kolay bir iş değil, insanların aklına ilk gelecek, gönüllü yapmak isteyecekleri işlerden değil. Ama biz Boğaziçi’nde normal bir dönem yaşamıyoruz. 2021 yılından bu yana yaşanan bütün olaylar gösteriyor ki Boğaziçi, bizim bildiğimiz anlamda bir üniversite olmaktan çıktı. Özetlemek gerekirse bir yıkım yaşanıyor diyebiliriz. Ben de açıkçası bu durumu sindiremiyorum. Çünkü bunun ne ülkemize, ne gençlere, ne de bilim dünyasına bir faydası var. Rektör adaylığı için bir duyuru yapılınca da başka bir sesin, başka bir ihtimalin de olduğunu göstermek gerekiyordu. Bu yüzden aday oldum. Ayrıca, bu röportajda da olduğu gibi, yaşananların ciddiyetine dikkat çekmek ve sesimizi duyurmak istedim.
Ben bilgisayar mühendisliği bölümünde, bilgisayar bilimleri anabilim dalı başkanıydım. Anabilim dalı başkanlığı, Türkiye'de hâlâ seçimle belirlenen nadir akademik pozisyonlardan biri. Geçen yıl bu görevden alındım. Gerekçe, görevimi ‘fazla iyi yapmam’dı. Çünkü bölümdeki hukuksuz ve liyakatsiz atamalara karşı dava açtım. Mahkeme kararlarından biri de açıkça ‘Bu konuda dava açmak başkanın görevidir’ diyordu. Yani görevden alınmam tamamen hukuksuzdu. Mahkeme kararıyla göreve geri döndüm, ama 22 saat içinde başka bir bahane bulunup yeniden görevden alındım. Bu süreç birkaç kez tekrarlandı.
Sonrasında duydum ki, neredeyse iki yıl önce attığım bir tweet nedeniyle hakkımda bir disiplin soruşturması açılmış. Tweet tamamen yanlış yorumlanmıştı, dediğimi iddia ettikleri şeyi demediğim çok açık ama yine de soruşturma açılmış. Mühendislik Fakültesi Disiplin Kurulu'na çıktım, savunmamı verdim ve kurul suç unsuru olmadığına karar verdi. Olay burada bitti sandım. Ama daha sonra, kanunen mümkün olmamasına rağmen, üniversite disiplin kurulu bu kararı bozmuş. Son yıllarda yapılan enteresan atamalar sayesinde kontrol altına alınan bu kurul, kanunda olmayan bir usulle bir ceza uygun görmüş.
Ceza da oldukça ilginç: ‘Bu cezayı alan kişi üç yıl boyunca anabilim dalı başkanı, bölüm başkanı, dekan veya rektör olamaz.’ Ceza sanırım şubat ayında verilmiş ama üç ay boyunca bana bildirilmemiş. Bu süre içinde adli tatil de hesaba katılarak, yürütmeyi durdurma kararı almamın geciktirilmesi amaçlanmış gibi görünüyor. Ceza bana ancak geçen ay tebliğ edildi. O gün hem anabilim dalı başkanlığım düşürüldü hem de teorik olarak rektör olamayacak biri haline geldim.
Ama bu ceza, rektör adaylığı başvurusu yapmamı engellemediği için yine de başvurdum.
A’dan Z’ye bir tahribat var. Boğaziçi’ni diğer üniversitelerden farklı kılan her şey ortadan kaldırılmak isteniyor. Kaliteli hocaları bezdirip kaçırma, yerine de eşi benzerine önceden rastlanmamış hoca atama sistemi ile atama yapma durumu ile karşı karşıyayız. Liyakat ve kalite sistemleri yerle bir edildi. Hocalar bölümlere dünyada anlaşılan gerçek anlamında bir akademik değerlendirme yapılmadan, danışılmadan atanıyor. Ayrıca gelen öğrenciler de okuldaki akademik özerkliğin ve özgürlüğün olmadığını görüyorlar. Öğrenciler okulda Boğaziçi’nin markası olan özgür havanın etkin olmasını istiyorlar. Bunun dışında kulüpler oradan oraya sürülüyor, 40 yıllık kulüp binası kapatılıyor. İş öyle bir noktaya geldi ki, öğrenci bölümü birincilikle bitiriyor, bölümün hocaları öğrenciyi yüksek lisansa kabul ediyor, fakat enstitü yönetim kurulu da o malum atamalar sonucu baştan aşağı değişmiş. Son aşama da bu kurul olduğundan dolayı bu öğrenci yüksek lisansa kabul edilmiyor. Sadece akademi değil, kampüsteki hayvan bakım evi alt üst ediliyor, çalışanlar sendika değiştirmezse duyulmamış gerekçelerle sürülüyor. Çalışanlara daha önce hiç aklımıza gelmeyecek yöntemlerle mobbing uygulanıyor. Kısaca Boğaziçi’ni Boğaziçi yapan her değerin aşındırılması, hepsinin tersinin yapılması hedefleniyor.
Ben doğrudan bu konularla ilgili bir pozisyonda değilim ama bazı şeyleri gözlemliyorum. Örneğin, 40 yıllık e-posta adreslerimiz değiştirildi. E-posta adresi değiştirme gibi işlerin de dahil olduğu çeşitli uygulamalar yapılıyor. Bir üniversitede, akademik yayınlarda iletişim adresi olarak kullanılan e-posta adreslerini durup dururken değiştirmenin mantıklı bir açıklaması olabilir mi? Bu türden, anlamı ve amacı sorgulanabilir kararlar sıkça alınıyor. Ben ne bu kararların yazılarını gördüm, ne de nasıl alındığına dair bir bilgiye sahibim. Bu nedenle fazlasını söylemem doğru olmaz.
Biz Boğaziçi’nin iyi dönemine denk gelmişiz. Şu an onun özlemiyle yaşıyoruz. İyi bir üniversitenin nasıl olması gerektiği aslında çok tartışmalı bir konu değil. Kampüs içinde herkesin özgürce konuşabildiği, karşılıklı saygının olduğu, bilimin dışarıdan bir müdahaleye uğramadan yapılabildiği, uluslararası standartları olan bir yapıyı kastediyorum. Biz o dönemde bunları biliyor ve büyük ölçüde hayata geçiriyorduk. Elbette mükemmel değildi ama bana sorarsanız Türkiye şartlarında oldukça iyiydi. Zaten bu yüzden hem mezunlarımızın geldiği yerler hem de üniversitenin yurt dışındaki tanınırlığı da iyiydi. Herhangi bir reklam çalışmasına para harcamadan, sadece yaptığımız işin niteliğiyle Türkiye’nin en yüksek puanlı öğrencilerini alıyorduk. Biz bunları başarmıştık. Şimdi yapılması gereken yanlışları geri almak. Rektör olursam ilk yapacağım şey bu: undo butonuna basmak. Fakat şimdi geri dönmeye çalışsak bile kaybettiğimiz vakit ne olacak? Hatanın neresinden dönersek kârdır gözüyle bakıyoruz.
Bu konuda dünyada zaten oturmuş bir standart var; kimsenin yeniden bir şey icat etmesine gerek yok. Örneğin, kampüs güvenliğinin nasıl sağlanacağı, polisin kampüse girip girmemesi gibi konular yasalarla belirlenmiş durumda. Bunların önemli bölümü rektörün inisiyatifine bırakılmış.. Örneğin, 12 Eylül öncesi gibi çok çalkantılı bir dönemde bile Boğaziçi'ne olayların yansımamış olması bunun iyi bir örneğidir. Yani Boğaziçi, kendi geleneklerine uygun şekilde yönetilirse bu sıkıntılar çok kısa sürede ortadan kalkar. Kısaca Boğaziçi’ni Boğaziçi gibi yönetmek gerekiyor. Yeni bir şey icat etmeye gerek kalmadan, 5-10 sene öncesine kadar uygulanan yasal ve normal yöntemlerle, üniversiteyi yıpratmadan; aksine ona değer vererek, düşünerek, onu önceleyerek bir yönetim anlayışı benimsendiğinde herkesin memnun olacağını düşünüyorum. Hayalim de bu.
Yapay zekâ çağında her şey hızla değişiyor. Üniversite gibi köklü kurumlar ise bu değişimlere daha yavaş uyum sağlıyor. Ama yapay zekâ doğrudan insan hayatına dokunduğu için, öğrenciler çok hızlı bir şekilde bu teknolojilere adapte olmaya başladı. Ödevlerini bu sistemlerle kısa sürede hazırlıyor, nasıl daha verimli kullanabileceklerini öğreniyorlar.
Aslında şu anki karmaşadan biraz çıkabilirsek, üniversitelerin bu yeni çağa nasıl uyum sağlayabileceğini düşünmemiz gerekiyor. Ben üniversitelerin ya da mesleklerin tamamen ortadan kalkacağını sanmıyorum ama nasıl yapıldıkları konusunda büyük değişiklikler olacağını düşünüyorum. İnsanların yanında her an soru sorabilecekleri, ders çalışabilecekleri yapay zekâ destekli bir ‘arkadaş’ olacak.
Bu yüzden müfredat da gözden geçirilmeli. Bazı bilgiler çok daha kolay ulaşılabilir hale geleceği için, üniversitelerde öğretilen bazı konular belki liseye çekilecek ya da artık herkesin zaten bildiği şeyler olacak. Bu, doğal bir kayma.
Tabii şu an her şey çok belirsiz, yapay zekâ sistemleri de hâlâ gelişiyor. Bu yıl yapılan bir değişiklik, seneye geçerliliğini yitirebilir. Bu yüzden gözümüz açık olmalı, gelişmeleri yakından takip edip zaman ayırmalıyız.
Diyelim ki biri rektör olarak atandı. Göreve başladığında üniversitenin hukuk müşaviri gelip, ‘Rektörlük hakkında açılmış şu kadar dava var, bazı atamalar usulsüz yapılmış, mesela bu kişi doçent unvanını almak için gereken başvuru şartını bile sağlamamış; şu kişi yönetmediği bir tezi kendi danışmanlığı gibi göstermiş diyorlar’ diye anlatıyor. Yani ciddi iddialar var ve bu davalar hâlâ devam ediyor. Yeni gelen rektör de bu gerçeklerle karşılaşıyor. Böyle bir durumda, ‘Ben bir bakayım, gerçekten burada ne olmuş?’ demesi gerekir. Çünkü hâlâ süren bir dava varsa, o kişinin doğrudan ‘Bir şey yok’ demeye hakkı da yoktur. Olaylar gözden geçirilmeli ve gerçekten bir yanlışlık varsa, mahkemeye ‘Doğrusu budur’ diye bildirilmelidir. Bu nedenle, yeni bir gözle bu süreçlerin yeniden incelenmesinin Türkiye’de liyakat sistemine katkı sağlayacağını düşünüyorum.
Bu nedenle, ‘o okulu yıkmak’ gibi bir önceliği olmayan tüm adayların bu süreçleri akıllarında bulundurmasını isterim. Zaten rektörlük için sadece ismi geçenlerle sınırlı olmayan, başka üniversitelerden de başvuruların olduğu bir dönem yaşanıyor. Seçim süreci kalktığı için artık herkes aday olabiliyor. Bu yüzden kim rektör olursa olsun, ‘Burada ne oluyor?’ diye bir bakmalı. Çünkü bu kadar insan, bu kadar yıldır bu kadar enerji harcıyorsa, orada bir sorun var demektir. Bunu fark etmek önemli. Yoksa hepimiz deli değiliz; bu kadar insan boşuna feryat etmiyor. Bir yerde bu kadar itiraz varsa, ortada gerçekten bir mesele var demektir. Bu nedenle, rektör olacak kişi lütfen bir baksın.

© 2025 Scrolli. All Rights Reserved. Scrolli Media Inc
