Almanya bugün bir paradoksun içinde. Bir yanda iç güvenlik mimarisinin merkezindeki kurum, AfD’yi artık kuşku nesnesi değil, açık biçimde aşırı sağcı ve demokratik düzene aykırı bir parti olarak tanımlıyor; diğer yanda aynı AfD, ülke genelinde yüzde 25 bandına yerleşerek tarihi bir muhalefet gücüne dönüşüyor. Bu iki gerçeklik aynı anda var olabiliyor çünkü Almanya’da mesele yalnızca bir partinin yükselişi değil; merkezin refleks kaybı, toplumsal güvenin aşınması ve siyasal iletişimin kutuplaştırıcı yeni normlara teslim olması.
Şansölye Angela Merkel sonrası dönemde Hristiyan demokrat parti CDU, kapsayıcı pragmatizm yerine daha keskin güvenlik ve kimlik vurgusuna dayalı bir çizgiye yöneldi. Sosyal demokrat SPD ve Yeşiller ise ekonomik ve sosyal konularda beklenen performansı veremedi. Bu tablo, seçmenlerin önemli bir bölümünün görünen merkezde çözüm görememesine yol açtı. Nitekim son aylarda yayınlanan anketler, CDU/CSU’nun %27, AfD’nin ise %25 seviyesinde seyrettiğini; SPD’nin %15 bandına sıkıştığını; Yeşiller ve Sol Parti’nin kan kaybettiğini gösterdi. Anketlerdeki bu tablo, AfD’nin artık protesto desteği almanın bir adım ötesine geçip, yönetme kapasitesine dair algı ürettiğine işaret ediyor. Seçmenlerin çoğu hükümetten reform dönemi beklerken, aynı seçmen grubu bunun gerçekleşeceğine dair inancını da giderek kaybediyor ve görünen o ki bu inanç boşluğunu da AfD dolduruyor.
Bu da bizi şu soruya getiriyor: AfD mi normalleşiyor, merkez mi çözülüyor? Aslında her ikisi de. AfD’nin normalleşmesi, merkezin çözülmesinin semptomu. Merkez, enflasyon, konut krizi, sağlık sistemi tıkanıklıkları gibi ekonomik güvensizlikler güvenlik kaygıları ve kimlik tartışmalarına kapsayıcı ve kararlı cevaplar üretemedikçe, AfD sözünü sakınmayan ve eski düzeni sarsan aktör rolünde güç kazanıyor.
AfD’nin yükselişini yalnızca enflasyon, göç ya da hükümet yorgunluğuyla açıklamak da eksik kalır. Partinin temel metinlerinde yer alan kavramsal çerçeve, demokratik çoğulculukla yapısal düzeyde gerilimli. AfD’nin uzun vadeli bir çerçeve çizen 2016 programı etnik-homojen toplum idealinden; basın, din, bilim özgürlüklerinin gölgelenmesine kadar uzanan bir çizgiyi sistematik biçimde gösteriyor. Mealen, Almanya bir kültür ulusudur; bu kültür esasen Alman kökenli ve Hristiyan temellidir. İslam, Almanya’ya ait değildir. Çokkültürlülük başarısız olmuştur; göçmenlerin kültürel uyumunda zorlayıcı olunmalıdır ve geri dönüş teşviki gereklidir. Bunlar yalnızca söylemden ibaret değil; parti mantığının kuruluş prensipleri. Dolayısıyla sık görülen AfD koalisyon görürse merkezleşir varsayımı aslında fazlasıyla iyimser. Temelde ideolojik mimari yerinde durdukça seçim dönemlerinin yalnızca taktiksel esneklikler görülür.
Bu da bizi şu soruya getiriyor: AfD mi normalleşiyor, merkez mi çözülüyor? Aslında her ikisi de. AfD’nin normalleşmesi, merkezin çözülmesinin semptomu. Merkez, enflasyon, konut krizi, sağlık sistemi tıkanıklıkları gibi ekonomik güvensizlikler güvenlik kaygıları ve kimlik tartışmalarına kapsayıcı ve kararlı cevaplar üretemedikçe, AfD sözünü sakınmayan ve eski düzeni sarsan aktör rolünde güç kazanıyor.
AfD’nin yükselişini yalnızca enflasyon, göç ya da hükümet yorgunluğuyla açıklamak da eksik kalır. Partinin temel metinlerinde yer alan kavramsal çerçeve, demokratik çoğulculukla yapısal düzeyde gerilimli. AfD’nin uzun vadeli bir çerçeve çizen 2016 programı etnik-homojen toplum idealinden; basın, din, bilim özgürlüklerinin gölgelenmesine kadar uzanan bir çizgiyi sistematik biçimde gösteriyor. Mealen, Almanya bir kültür ulusudur; bu kültür esasen Alman kökenli ve Hristiyan temellidir. İslam, Almanya’ya ait değildir. Çokkültürlülük başarısız olmuştur; göçmenlerin kültürel uyumunda zorlayıcı olunmalıdır ve geri dönüş teşviki gereklidir. Bunlar yalnızca söylemden ibaret değil; parti mantığının kuruluş prensipleri. Dolayısıyla sık görülen AfD koalisyon görürse merkezleşir varsayımı aslında fazlasıyla iyimser. Temelde ideolojik mimari yerinde durdukça seçim dönemlerinin yalnızca taktiksel esneklikler görülür.
İç güvenlik cephesindeki son sınıflandırma da aynı resme işaret ediyor. AfD’nin göçmen kökenli yurttaşlara yönelik sistematik aşağılayıcı dili ve etnik tanımlı yurttaşlık vurguları, Anayasa’nın eşitlik ve insan onuru maddeleri ile çelişiyor. Bu nedenle ülkenin iç istihbaratı (BfV) AfD’yi artık kesin aşırı sağcı kategorisinde değerlendiriyor. Bu sınıflandırma, partinin takip edilmesine ilişkin yöntemleri genişletiyor. Öte yandan AfD’ye “devlet bize karşı” türünden bir mağduriyet anlatısı inşa etme zemini de sağlıyor. Bu tür damgalamalar bazı bağlamlarda radikal aktörlerin işine yarayabiliyor; bu yüzden kurumsal sertlik ile demokratik ikna stratejileri birlikte ve dikkatle yürütülmeli.
AfD’nin nasıl büyüdüğünü anlamak için yalnızca anketlere bakmak yetmez; parti stratejisine bakmak gerekir. AfD iktidar yolunu üç adımda tarif ediyor diyebiliriz:
1. “AfD vs. sol blok” ikiliği oluşturmak, SPD/Yeşiller’i sola itmek, CDU’yu yalnızlaştırmak.
2. CDU ile SPD arasındaki tarihsel işbirliği zeminini kırmak; CDU’yu yerel-bölgesel düzeylerde AfD’ye mecbur bırakacak koalisyon aritmetiği yaratmak.
3. CDU’nun ekonomi, vergi, güvenlik gibi iddialı alanları üzerinde rekabet kurmak, hatta hükümeti sıkıştıracak öneriler getirmek
Burada kilit nokta şu; AfD, krizi yönetmiyor; krizi derinleştiriyor. Sistem içi fay hatlarını bilinçli biçimde tetikleyip “ya bizdensin ya onlardan” ikiliğini dayatıyor. Bu strateji, parlamenter uzlaşma kültürünü aşındırıyor ve siyasal dilin müzakere katsayısını hızla düşürüyor.
AfD, uzun yıllar göç karşıtlığı ile tanımlandı. Bugün ise parti pragmatik davranıyor. Bizi ilgilendiren en önemli örnekler biri ise Türkiye kökenli diaspora seçmene Türkçe altyazılı videolarla seslenmesi, döner fiyatları gibi gündelik semboller üzerinden alım gücü temasını işleyecek popülist araçlar geliştirmesi. Bu, ideolojik çekirdeğin değiştiği anlamına gelmez fakat seçmen avcılığı açısından artık birçok yolun mübah olduğunu gösterir. Bir sonraki seçim dönemi için Almanya’daki birçok partinin ana hazırlığı oy havuzunu büyütmek olacak gibi duruyor. Bu noktada, Türkiye kökenli seçmenler cazip bir çoğunlukta.
Seçmen davranışının diğer ayağında ekonomik sıkışma ve hizmet devleti yorgunluğu da var. Kira, enerji, sağlık sistemi ve sosyal güvenlik alanlarındaki tıkanıklıklar, merkez partilerin çözüm üretemediği algısını besliyor. Bu memnuniyetsizlik AfD’nin hanesine artı olarak yazılırken, AfD’ye karşı politika üretmenin salt etik bir mücadele olmadığını; somut politika ve hizmet performansı gerektirdiğini hatırlatıyor.
AfD’nin görünürlüğünü artıran iki mecra var: sosyal medya ve yüksek profilli figürlerin etkisi. Örneğin seçimler öncesi Elon Musk’ın “Almanya AfD’yi seçmezse biter” anlamındaki çıkışları, partinin söylemini küresel rezonansa taşıdı. Yerel aktörler ise bu çıkışı hızla sahiplendi. Böylece AfD, sadece ulusal bir öfke siyaseti değil, dışarıdan onaylı bir düzen karşıtı alternatif estetiği üretmiş oldu.
Tüm bunların üstüne, AfD ile yüzleşme denemeleri çoğu kez meşruiyet transferi riskini beraberinde getirdi. Bunun tipik bir örneği Tübingen’de 2024’te yaşandı. Kentin bağımsız belediye başkanı Boris Palmer, AfD milletvekili Markus Frohnmaier ile aynı sahnede göç ve suç istatistikleri üzerine tartıştı. Palmer, rakamlarla AfD’nin söylemlerini çürütmeye çalıştı; Frohnmaier ise duygusal örneklerle yanıt verdi. Sonuçta ortaya gerçek bir karşılıklı tartışmadan çok, iki ayrı monolog çıktı. İzleyiciler de çoğunlukla kendi baştaki fikirlerini pekiştirmiş oldu. Bu tür tartışmaların ardından kamuoyunun tepkisi de ikiye bölünüyor. Kimi Palmer’i cesur bulup AfD’ye meydan okuduğunu söylüyor; kimi ise onlara sahne verildi, görünürlükleri arttı diye eleştiriyor. AfD ile yapılacak her karşılaşmada formatın tasarımı kritik. Eğer tartışma kurgusu bilgiye dayalı netlik üretemezse, sahnedeki avantaj çoğunlukla AfD’ye geçiyor.
Siyasal iletişimde kriz çerçevesi ve mağduriyet temaları AfD tarafından ustalıkla kullanılıyor. NRW’de yerel seçimler öncesi birden fazla AfD adayının ölümü sosyal medyada komplo teorilerini tetikledi ancak polis kaynakları ve yerel makamlar, vakalarda şüphe yok değerlendirmesi yaptı; bazıları doğal neden, bir vakada ise intihar bildirildi. Buna rağmen bu tip gelişmeler, partinin üstümüze geliniyor anlatısını pekiştirebiliyor.
AfD’nin yükselişi, Almanya için bir stres testi. Stresin kaynağı yalnızca aşırı sağın güçlenmesi değil; merkezin bağ kurma kapasitesinin zayıflaması. AfD’nin normalleşmesi, demokrasinin anormalliği olur çünkü çoğulculuğun ötesine geçen, dost–düşman ikiliğine dayalı bir siyasal tahayyül, uzlaşma ve birlikte yaşama rejimini sessizce aşındırır. Bu nedenle bugün asıl mesele, AfD’nin nasıl yasaklanacağı sorusundan önce, merkezin kendisini nasıl yeniden kuracağı olmalı. Normalleşen radikalizm yalnızca Almanya’yı değil, Avrupa’nın tamamını daha gergin bir on yıla sürükleyebilir.

© 2025 Scrolli. All Rights Reserved. Scrolli Media Inc
