0
1
2
3
4
5
6
7
8
9
0
0
1
2
3
4
5
6
7
8
9
0
0
1
2
3
4
5
6
7
8
9
0
%

Osmanlı'da tarihi eser kaçakçılığı: Kimler göz yumdu kimler direndi?

British Museum'un girişini süsleyen ihtişamlı Knidos Aslanı, bir zamanlar Anadolu'nun mavi sularına hakim bir uçurumun tepesinde, denizcilere rehberlik eden sessiz bir bekçiydi.

Antik Yunan kenti Knidos'un zarif izlerini taşıyan bu heykel, bugün eser kaçakçılığının en büyük simgelerinden biri olarak anılıyor. Anadolu’dan koparılan sayısız kültür mirasının hikâyesinde ise tarihi eser kaçakçılığına direnenler ve göz yumanlar var.

Hikâye: Merak Kabineleri

Kürasyon: Scrolli Haber Stüdyosu

Dağılış döneminde gerçekleşti

Türkiye’den tarihi eserlerin yurt dışına kaçırılmasının büyük bir kısmı, Osmanlı İmparatorluğu’nun zayıfladığı ve dağılış sürecine girdiği dönemde gerçekleşti. Bu dönemde, imparatorluğun çeşitli bölgelerinde yapılan arkeolojik kazılar, genellikle yabancı arkeologlar ve devlet temsilcileri tarafından yürütülüyordu. Osmanlı’nın içinde bulunduğu siyasi ve ekonomik zorluklar, kültürel mirasın korunmasını zorlaştırmış, bu durum ise eserlerin yurt dışına taşınmasını kolaylaştırmıştı.

Örneğin, Knidos Aslanı’nın İngiltere’ye götürülmesi, 1858 yılında İngiliz arkeolog Richard Popplewell Pullan’ın Datça yakınlarında yaptığı kazılar sırasında gerçekleşti. Benzer şekilde, Zeus Sunağı’nın Almanya’ya taşınması, Bergama’dan 19. yüzyılda yapılan kazılar sonucunda mümkün oldu. Bu eserlerin kaçırılmasında Osmanlı Devleti’nin o dönemki mevzuatının yetersizliği ve yabancı arkeologların avantajlı konumları büyük rol oynadı. Bugün bu eserler, bulundukları topraklardan koparılan zenginliklerin unutulmaz birer hatırası olarak farklı ülkelerde sergileniyor.

Eserler nasıl kaçırıldı?

Yabancı arkeologlar, genellikle büyük devletlerin siyasi baskısı ve diplomatik desteğiyle kazı izinleri alıyordu. Bu arkeologlar, eserleri önce sandıklara yerleştirip kıyılara taşıyor, buradan gemilere yükleyerek Avrupa’ya gönderiyordu. Zeus Sunağı, Bergama’dan Berlin’e taşınırken 10 yıl boyunca parça parça gemilerle taşındı. Benzer şekilde, Knidos Aslanı 1858 yılında İngiliz kazı ekibi tarafından Datça’dan deniz yoluyla Londra’ya götürüldü.

Osmanlı’da bu kaçakçılık hareketlerine karşı çıkmak isteyen az sayıdaki yetkilinin çabaları, dönemin zayıf yönetimi ve uluslararası baskılar karşısında yetersiz kalıyordu. Eserlerin değerinin farkına varan bir avuç kişi, diplomatik baskıyı aşamıyor, rüşvet ve vaatlerle kolayca ikna edilen yerel görevliler ise en büyük engeli oluşturuyordu.

'Temel kavramları bilmek gerekiyor'

Tarihi eser kaçakçılığını derinlemesine incelemek için öncelikle temel kavramları bilmek gerekiyor. Özellikle son beş yıldır, Kültür Bakanlığı’nın yurtdışından iade alıp “vatana geri döndürdüğü” eserlerle ilgili çok fazla haber duyuyoruz. Türkiye coğrafyasından çalınmış, kaçırılmış, alınmış eserler bunlar. Bunların asıl topraklarına dönmesi de hâliyle bizleri gururlandırıyor ve mutlu ediyor. Ancak sonrasında ortaya şöyle bir soru çıkıyor: Bu eserler ülkeden nasıl çıktı? Ne zaman kaçırıldı? Buna nasıl izin verildi?

Tarihi eser kaçakçılığı ve iadesi süreçlerini konuşmak için önce bazı temel kavramlara ve olaylara bakmak gerekiyor. Bakılması gereken kavramlar; eski eser-eski eserlerin korunması, kaçakçılık gibi kavramlar. Olaylar ise Cumhuriyet dönemi öncesine, 19. yüzyıla Osmanlı dönemine dayanan olaylar. 

Eski eser kavramının tanımı kendi içinde de soruları olan bir tanım. Zira bir şeyin önemli olması için ne kadar eski olması gerekir? Neden korunması gerekir? Eski olan her şey korunmalı mı gibi soruları da akıllarımızda uyandıran bir konu. Bu konuların kutsal kitabı sayılan, Umar ve Çilingiroğlu’nun Eski Eserler Hukuku adlı kitaplarında, eski eser ve kültür varlığı kavramları arasında fark bulunmadığını, sadece 1710 sayılı Eski Eserler Kanunu’nun benimsediği eski eser kavramının kültür ve tabiat varlığı olarak ikiye bölündüğünü söyleniyor.

Mumcu’ya göre ise, “eski eser, tarihi bir olayı ya da devreyi açıklayan, belgeleyen, veya, olayı yahut devreyi bize kuvvetle hatırlatan özelliklere sahip olmalıdır. Bir mal yukarıda bu özelliklere sahip olmamakla beraber, arkeolojik bakımdan bir değer ifade ediyorsa gene eski eserdir. Her iki özelliğe sahip olmayan eski bir mal, nihayet sanat tarihi yönünden eski eser olarak nitelendirilebilir”.

Eski eser kavramının sonrasında kaçakçılık kavramına bakmak gerekse de bu kavramın ortaya çıkışı için bunun bir suç olduğunun kabul edilmesi gerekiyor ve bunun farkındalığı büyük bir tarihi ve kültürel geçmişe sahip olan Osmanlı Devleti’nde ne yazık ki geç oluşuyor. Bu unsurları korumak konusunda bilinci geç kazanıyorlar. Özellikle yıkılma döneminde gündeme gelmiş olan bu kültürel ve tarihi değerlerin korunması genellikle üçüncü partilerin, yani Osmanlı Devleti ve tebaasına ek olarak yabancı devletlerin ve arkeologlarının dahil olmasıyla ortaya çıkan bir konu oluyor. 

Eski eserlerle ilgili bilinen ilk genel hüküm, 9.8.1858 tarihli Ceza Kanunnamesi’nin 133. maddesi. Oldukça yetersiz olan bu madde, 1869 yılına dek Osmanlı Devleti kanunlarındaki eski eserlerle alakalı tek madde. Sonrasında Asar-ı Atika (Eski Eser) Nizamnameleri denilen yasalarla bu durum yani eksiklik giderilmeye çalışılmış. 

Geçmişten bugüne değin eser kaçakçılığı içeriğine alan düzenlemelerde ise belirli tarihler göze çarpıyor.

Âsar-ı Âtika Nizamnamesi

1869 tarihli I. Âsar-ı Âtika Nizamnamesi yayımlandığında, yedi maddeden oluşan bu nizamname korumaktan çok bundan böyle yapılacak kazı ve ortaya çıkacak eserlerin nasıl değerlendirileceğine dair hükümler içeriyordu. 1869 Nizamnamesinin yetersizliği görüldüğü için 8 Nisan 1874 tarihli II. Âsar-ı Âtika Nizamnamesi yayımlandı. 1874 tarihli tüzük, arkeolojik kazılar için birtakım esaslar getirmiş olması bakımından şüphesiz ileri bir adımı temsil ediyordu. Ancak birçok eksikliği de vardı. Zira, bu tüzüğün, arkeolojik kazılarda ele geçen eserlerin kimlere ait olacağını gösteren maddesi ile, eserin yurtdışına çıkarılmasını yasaklamıyor oluşu Türkiye’nin çıkarlarıyla bağdaşmıyordu. Tüzüğe göre kazılarda çıkan eserlerin üçte biri kazı yapana, üçte biri arazi sahibine, üçte biri de devlete ait oluyordu. On yıl sonra, otuz yedi maddeden oluşan III. Âsar-ı Âtika nizamnamesi yayımlandı. 21 Şubat 1884 tarihli bu nizamnamenin yalnızca iki maddesi taşınmaz kültür varlıkları ile ilgiliydi.

Osman Hamdi Bey: 'Büyük bir anomali'

Ancak; 1884 nizamnamesi eski eserleri Osmanlı İmparatorluğunu oluşturan topraklarda eski halklardan kalan tüm kalıntılar olarak tanımıyordu ve bunların devlete ait olduğunu belirtiyordu. Osman Hamdi’nin 1874 nizamnamesini değiştirme planlarına giriştiği sırada Salomon Reinach 1883’te yazdığı bir yazıda Osmanlıların antik eserler konusundaki tavrını değiştirmesi konusunda sert iddialarda bulundu. Le Vandelisme Moderne en Orient (Doğu’da Modern Vandalizm) başlığıyla yayımladığı yazıda; “Yunan-Roma Doğusu’nun eski eserleri buranın yeni efendileri açısından önemsizdir” ve “Yunan uygarlığının mirasçısı olan Avrupa, onların elinden anıtları geri alma sorumluluğuna ve şerefine sahip olmalıdır” diyordu.

Reinach’ın bu “koruyucu” bakış açısını paylaşan Amerika’dan bazı arkeologlar da vardı. Örneğin James Theodore Bent, Reinach’ın yazısından 5 yıl sonra yazdığı bir yazıda, Osman Hamdi Bey’i büyük bir anomali olarak ele alıp, “çok kemiği olduğu halde yemeyip çevresine toplanmış aç arkeologlarla bu kemikleri paylaşmayan bir köpeğe” benzetiyordu.

1884 nizamnamesinin arkeoloji bilimi üzerindeki olumsuz etkisi Amerika basınında tekrarlanmaya devam edildi ve çoğu zaman mantıklı (!) 1874 nizamnamesi özlemle anılıyordu.

Bu üç nizamnameyi takiben kurulan Âsar-ı Âtika Müzesi içinde bir nizamnameye gerek duyuldu. 12 Mayıs 1889 tarihli Müze-i Hümayun Nizamnamesi doğası gereği, yalnızca korunması gerekli taşınır kültür varlıkları ile ilgili hükümler içeriyordu.

Osmanlı İmparatorluğu döneminde korunması gerekli kültür varlıkları ile ilgili en detaylı düzenleme ise 24 Nisan 1906 tarihinde yayımlanan IV. Âsar-ı Âtika Nizamnamesi’ydi. 1906 tarihli nizamnamenin hazırlanmasında daha net bir yaklaşım geliştirmiş ve eski eser araştırması için yapılacak olan her çalışmayı kurallara bağlamıştı. 

Yeni tedbirler

Osmanlı Devleti 1906 tarihli eski eser nizamnamesinin hazırlanış sürecinde çok önemli bir tedbir almış ve araştırmacılara kazı için ruhsat verilmesini yasaklamıştı. Osmanlı ilk iş olarak, değiştirilen eski eser nizamnamesinin bir örneğini Valiliklere ve Maarif Müdürlüklerine göndermiş, eski eser araştırmalarının yeni nizamnameye göre yapılmasını istemişti. Ayrıca matbuat dairesine de bir örnek gönderilmiş ve gazetelerde ilan edilerek tüm ülkede uygulamaya konulması sağlanmıştı.

Osmanlı Devleti için eski eser yeni sayılabilecek bir kavramdı ve bu nedenle nizamnamede eski eser tanımının ayrıntılı olarak kaleme alınması, yorum yapma olanağını ortadan kaldırma isteğini yansıtıyordu. Daha çağdaş, bilimsel bir arkeoloji düşüncesiyle hazırlanmış olan nizamname, güzel sanatlar dışında kalan eserleri de tarihi eser olarak kabul etmekte ve eski uygarlıkların kalıntıları olarak görüyordu. 

Son tedbirler öncesinde Anadolu'daki eser kaçakçılığı özellikle Ege ve Akdeniz bölgesinde yoğunlaşıyordu.

Xanthos, Troia, Pergamon, Miletos gibi birçok antik şehirdeki önemli eserler kaçırıldı.

24 Nisan 1906 tarihinde yayınlanan IV. Âsar-ı Âtika Nizamnamesi de benzer değişikliklerle 25 Nisan 1973 tarih ve 1710 sayılı Eski Eserler Kanunu yayımlanıncaya kadar yürürlükte kaldı ve günümüzde de bu haliyle Türkiye Cumhuriyeti Devleti mahkemelerinde geçerli.

24 Nisan 1906 tarihinde yayınlanan IV. Âsar-ı Âtika Nizamnamesi de benzer değişikliklerle 25 Nisan 1973 tarih ve 1710 sayılı Eski Eserler Kanunu yayımlanıncaya kadar yürürlükte kaldı ve günümüzde de bu haliyle Türkiye Cumhuriyeti Devleti mahkemelerinde geçerli. İnsanların ihtiyaçlarının zamanla değiştiği ve geliştiği göz önünde bulundurduğumuzda, insanların yaşamlarını düzenleyen yasa ve kanunların da değişip gelişmesi oldukça doğal. Doğal olmayan şey, eski bir yasa-kanunla, onun ilanından 100 yıl sonrasının toplumuna şekil vermeye çalışmak olurdu. Dolayısıyla zaman ilerledikçe yeni yasalarla, eski yasaların geliştirilmesi ve değiştirilmesi en mantıklı çözüm olarak görülebilir. 1869 Nizamnamesine bakıldığında, Nizamname’nin ana kaygısının mali olduğunu fark etmek mümkün. Yasada kültürel bir kaygı güdülmüyor. 1874 Nizamnamesinde de durum böyleyken Osman Hamdi Bey’in ve düşüncelerinin daha etkili olduğunu bildiğimiz 1884 Nizamnamesi’nde kültür varlıklarının korunması, kullanımı ve ortaya çıkarılmasına ilişkin kurallar daha derli toplu ve kapsamlı. 1906 Nizamnamesi’nin ise 1884 Nizamnamesi’nin daha gelişmiş hali olduğunu düşünmek de mümkün.

Peki bugüne kada olan düzenlemeler tam olarak neleri kapsıyor?

Buraya kadar oldukça hukuki ve terimli bir metin olsa da günümüzde var olan “Osmanlı döneminde eserlerin korunmadığı” kanısının bir temeli olup olmadığı sorusunun cevabını da yukarıdaki satırlarda bulmak mümkün. 600 yıl boyunca bir inancın temellendirdiği hukuki kurallarla yönetilmiş bir ülkede batılılaşma sürecinde önem taşıdığı fark edilen “eski tarih” yine batılılaşma sürecinde korunmaya başlıyor. Bu anlamlandırılabilir bir şey, fakat bu kaçakçılık hareketlerinin uluslararası alanda neden hala savunulduğu ya da kaçırılan eserlerin sahiplerine iade süreçlerinde “karşı tarafın” Avrupa ya da Amerika’nın ayak direttiğini anlamlandırmıyor. 1800’lü yıllarda uluslaşma hareketinin kolaylaşması için uluslar kendilerini milattan önceye temellendirmek istiyordu bu bir stratejiydi. Peki neden hala eserlere ihtiyaç duyuyorlar? Ne için kullanmak istiyorlar? Amaçları ne? 

3D: Colossal Marble Lion (Photoscan) by Thomas Flynn on Sketchfab

Merak Kabineleri

Merak Kabineleri, müzeciliğe dair dikkat çeken, şaşırtıcı ve ilginç içerikleri derleyip paylaşma amacıyla yola çıkan bir girişimdir. Modern müzelerin öncüleri kabul edilen, “sıradışı, nadide ve garip” eserlerin sergilendiği tarihi kabinlerden ilham alarak oluşturulan bu platform, güncel müzecilik anlayışını yorumlamak ve arşivlemek için önemli bir kaynak sunmayı hedefliyor. Ayda iki kez yayınlanan e-bültenler ve dosya konularını derinlemesine ele alan bir podcast serisi ile müze kültürünü daha geniş bir kitleyle buluşturuyor. Projenin arkasında, müzeciliğin farklı yönlerinde akademik ve profesyonel deneyime sahip Ayça Bayrak Uluğ ve Emel Gülşah Akın bulunuyor. İkilinin çalışmalarıyla Merak Kabineleri, hem tefekkür hem de keşif için bir davet sunuyor.